‘İçkin’ sözcüğünün karşıtı nedir?
Yazar kavramına ilişkin tartışmayı, Amerikalı edebiyat bilimci Wayne C. Booth’un (1921- 2005) “İçkin Yazar”[1] adlı denemesiyle boyutlandırmak istiyorum. Booth’un söz konusu denemesini irdelemeye başlamadan önce bir hususu açıklamak yararlı olabilir: Her şey, karşıtıyla varlık ve geçerlilik kazanır. Bu ilke, dilde de geçerlidir. Dilde her sözcük veya her kavram karşıtıyla anlam kazanır. Bu yüzden, kavramlaştırma denemesini özendirmek amacıyla, ‘içkin’ sözcüğünün karşıtını aranmalıdır; çünkü ‘içkin yazar’ kavramı başka türlü açıklanamaz.
Peki, ‘içkin’ sözcüğünün Türkçede karşıtı ne olabilir? Bu soruyu yanıtlayabilmek için sözcük oluşturma yöntemlerine bakılabilir. Dilde sözcük ve kavram oluşturmanın birçok yolu vardır. Bunlardan biri de örneksemedir. Örnekseme (analoji) yöntemi uyarınca, ‘içkin’ sözcüğünün karşıtı olarak ‘dışkın’ önerilebilir. Bu öneri kabul gördüğü takdirde, ‘içkin yazar’ anlatımını belirginleştirmek amacıyla ‘dışkın yazar’ kavramı kullanılabilir.
İçkin yazar kavramını “The Rhetorik of Fiction- Kurmacanın Retoriği” (1961) adlı yapıtında açımlayan Amerikalı edebiyat bilimci Booth’un deyişiyle, bütün yazınsal türlerin bireşimi olan roman yazarından “hakikat tutkusunun ölçütlerini” belirlemesi, önyargılarını “dolaysız olarak yapıtına yansıtmaması” beklenir. Bu beklenti, “eleştirel okuyucunun” önemsediği “yansızlık” ilkesinin temelini oluşturur. Yaratan yazar, önyargıların etkisini sınırlandırmak isteyen “ideal/ülküsel okur” gibi, kendisini sıradan insan gibi görür ve “bireyliğini ve tikel yaşam koşullarını” unutur.
Bu bakış tarzı, “yazarın bireyliğinin önemini” küçümser; çünkü yazar, yazdığı metinde “kendi ben’inin içkin bir versiyonunu/sürümünü”, bir başka deyişle, içkin yazarı yaratır. Buradan da görüleceği üzere, Booth ‘içkin’ (İng. ‘implied’) sözcüğünü, yazan öznenin yapıta içkinleştirdiği ‘öz-sürümü’ olarak tanımlamaktadır. Her yazar, her yapıtında özgün bir ‘ikinci ben’ tasarımlar ve serimler. Booth’a göre, bu içkin versiyon, aynı yazarın diğer yapıtlarındaki “içkin yazardan” ayrılır, diyesi, her yazınsal metin ayrı ve özgün bir içkin yazarı yansıtır. Birçok roman yazarı, yazma sırasında “kendini/özünü bulguladığı veya yarattığı” izlenimine kapılır. Dolayısıyla, içkin yazar, “yazarın ikinci ben’i” olarak adlandırılabilir. Yazar yapıtında kendi kişiliğini ne denli belirsizleştirmeye uğraşırsa uğraşsın, okuyucu kaçınılmaz olarak “resmi yazara ilişkin bir imge” oluşturur. Orhan Pamuk’un, birçok okurun, ‘Masumiyet Müzesi’nde kurguladığı Kemal ile kendisini karıştırdığını anlatır. Pamuk’un bu anlatımı, okurun oluşturduğu gerçek yazar imgesiyle ‘gerçek yazarı’ özdeşleştirdiğini ortaya koymaktadır.
Resmi yazar “hiçbir zaman bütün değerlere karşı” yansız olamaz. Okuyucunun, yazarın tutumlarına karşı “tepkileri”, yapıta ilişkin “tümel izlenimi” belirler. Dolayısıyla, yapıta içkinleştirilen yazar imgesi, gerçek yazarın kendisinin “çeşitli resmi versiyonlarıdır.”
Yazar, her yapıtında farklı nitelikler kazanır
Bu edebiyat bilimcinin kanısınca, bir yazarın tekil yapıtları “çeşitli versiyonlar” ve “normların farklı ülküsel kombinasyonlarını” içerir. Yazar, her tekil yapıtının gereklerine göre “farklı nitelikler” kazanır. Bu tutarlı bir belirlemedir; çünkü bu belirleme her yazarın her yapıtında kanıtlanabilir. Eğer her yazar, her yazınsal yapıtında yeni bir nitelik kazanmasa, söz konusu yapıt, özgün ve yeni sayılmaz; ancak bir yineleme olur.
“İkinci ben”, diyesi, yazarın yapıtta ürettiği ‘beni’ örtüsüz olduğu ve “anlatıda etkin bir rol” edindiği durumlarda, bu “farklar” daha da belirginleşir. Her yapıt, kendi bütünlüğü içinde “özgün bir etki” yapar. Bu özgün etkinin oluşumunda yazarın açık yorumlarının “kısmi” bir payı olmasına karşın, seçtiği “anlatı türü” belirleyicidir. Yazarca yapıta katılan yorumlar, “her kurgunun” içerdiği bağlamı veya bütünlüğü görülürleştirir. Yapıta içkinleştirilen yorumlar, yazarın dünyaya bakışını gösterir.
Söz konusu “ikinci ben’in” kavramlaştırılmasının zorluğunu dile getiren Booth, “anlatıcının çeşitli yönlerini” nitelemek için, “kişi”, “maske” ve “anlatıcı” gibi sözcüklerin kullanıldığını belirtir. Bu edebiyat bilimciye göre, söz konusu sözcükler, “içkin yazar tarafından yaratılan öğelerden birini serimleyen ve çok sayıdaki ironik açıklamalarla ondan kopan bir yapıttaki konuşucu” ile ilgilidir. ‘Anlatıcı’ kavramıyla genellikle bir yapıtın ‘ben’i’ nitelendirilir; ancak bu ‘ben’, sanatçının yapıtının aktardığı “imge” ile özdeş değildir.
Bir yapıtın “aktardığı” veya “simgelediği” anlamı arama, “yanlış yorumlara” yol açabilir; çünkü anlam arayışı, okuyucunun edindiği değerler dizgesiyle, “değerler dünyasının neresinde durduğuyla” ilgilidir. Bu konuda, yazarın ve okuyucunun “nerede durmak istediği”, bir başka anlatımla, neyi değer, neyi değersizlik olarak gördükleri de önemlidir. Her önemli yapıt, sayısız mitolojik, eğretilemesel, kültürel veya siyasal duyumsatma içerir. Bu nedenle, yapıtın iletisini alımlamak, aynı zamanda eleştirel-tinsel açıdan “ayrıştırılabilir anlam içeriklerinin” ötesinde, tekil roman figürlerinin deneyimlerinin ve eylemlerinin “ahlaksal ve duyumsal içeriğini” de kapsar. Kısa anlatımla: İçkin yazar, “sanatsal bir bütünün içgüdüsel bakımdan eksiksiz kavranmasını” kapsar; içkin yazarın kendini yükümlü saydığı “en öncelikli değer”, “total biçimin” anlattığı değerdir. Bir başka anlatımla, içkin yazar, yapıtın tümel biçiminde ortaya çıkan yazar imgesidir.
İçkin yazarı belirleyen kavramlar nelerdir?
Booth’un kanısınca, içkin yazar kavramının temelini oluşturan ölçünler ve kararlar açısından şu kavramlar önemlidir:
- ‘Biçem’, okuyucuya, yazarın serimlediği figürlerden “daha derinlere” baktığı, “daha sağlam yargılarda” bulunduğu izlenimi verir. Biçem, okur açısından yazarın “ölçünlerini görmenin olanaklarından biri” olmasına karşın, “sözel olanı” aşırı vurguladığı için, yazarın “karakter seçimini, epizotları/dilimleri, sahneleri ve ideleri seçimine ilişkin izlenimini” göz ardı eder.
- Aynı şekilde ‘tını/ton’ da yazarın “açık/dışkın” serimlemesinin arkasında aktarmak istediği “içkin değerlendirim” ile ilintilidir. Böyle olmakla birlikte, tını da “saf sözel olan ile sınırlı olanı” Bu nedenle, içkin yazarın bazı yönleri, “tınının değişiminden” çıkarımlanabilir.
- Booth’un bu açıklamalarının, yazınsallaştırmanın başlıca dolayımı ve yöntemi olan “biçem” kavramını tam olarak yansıtmadığı kanısındayım. Biçem, bir yazarın dili sanatsallaştırmak için, dilsel malzeme üzerinde yaptığı her türlü çalışmanın sonucudur. Biçem açısından belirleyici olan, tümel bir dizge olan dilin, yazınsal yapıtta somutlaşan tikelleştirimidir. Yazınsal yapıtın başarısı veya niteliğinin düzeyi, biçemselleştirimin estetik düzeyince belirlenir.
- ‘Teknik’, yazarın sanatsal etkinleşimi ile ilgili birçok yönünü kapsayacak şekilde genişletilmiş bir kavramdır. Teknik kavramı, yazarın “hemen bütün karar alanını” Böyle olmakla birlikte, teknik kavramı, yapıtın tümünü kapsayacak denli geniş değildir. Booth’un bu sözlerinde teknik ile biçem kavramını özdeşleştirdiği veya bir birine karıştırdığı görülmektedir. Teknik biçemi değil, biçem, tekniği de kapsayan üst kavramdır. Yapıt, Booth’un deyişiyle, “seçen, değerlendiren bir kişinin ürünüdür”; dolayısıyla da “kendi içinde var olan” bir şey değildir. İçkin yazar, bilerek veya bilmeyerek, okuyucunun “ne okuduğunu” belirler. Okuyucu, içkin yazarda “gerçek insanın ülküsel, yazınsal, biçimlendirilmiş versiyonunu” görür. Dolayısıyla, içkin yazar, yazarın ve okuyucunun “kararlarının toplamıdır” denilebilir. Buraya şu eklemeyi yapmak yararlı olabilir: Teknik, içkin yazarı belirginleştirmenin yolu ve yöntemidir.
Yapıt, her türlü anlamlandırmanın kaynağıdır
Booth’un değerlendirimiyle, yazar ve onun “içkin imgesi” birbirinden ayrıldığı takdirde, yazarın özgünlükleri üzerine yapılan “dürüstlük” ve “ciddilik” gibi anlamsız ve kanıtlanamaz anlatımlar önlenebilir. Yapıtının “aktarımsız” veya dolayımlanmamış yazarı olarak görülen yazar, kaçınılmaz olarak “dürüst olmayan” kişi olarak nitelendirilmek zorundadır; çünkü bir yazarın yapıtında yer alan “yüksek ahlaksal bir sav” içeren bölüm, onun “gerçek savıyla” veya durumuyla asla örtüşmez. Bu nedenle, yalnızca yapıt, “bir dürüstlük tipi” kanıtı olabilir. Bir başka anlatımla, içkin yazar “kendisiyle uyum içinde midir?”; aldığı “diğer kararlar, belirgin anlatıcı rolüyle uyumlu mudur?” gibi sorular önem taşır.
Eğer bir anlatıcı, “her inandırıcı açıklamada yazarın güvenilir bir konuşucusu” olarak tanıtılırsa ve yapıtın bütünü içinde “hiçbir yerde gerçekleştirilmeyen değerlere” sahip çıkarsa, bu durumda “dürüst olmayan” bir yapıttan söz edilebilir. Düzeyli bir yapıt, yazarın yarattığı figürün yapıtında somutlaştırdığı değerleri “cezalandıran ‘diğer’ davranış biçimlerine” bakılmaksızın, içkin yazarının “dürüstlüğünü” oluşturur. Bunun dışında yazar ve içkin yazar ayrımında yazarın “nesnelliği” hakkındaki tartışmaya ilişkin anlatı tekniği ve yazarın kendi “sorunlarını ve arzularını” yapıta yansıtabileceğiyle ilgili “zararlı yanılgı” arasında bir “orta yol” bulunabilir.
Nitelikli yazar sorunlarını ve tutkularını yapıta içkinleştirmez
Booth’un anlatımıyla, Flaubert, Shakespeare’in “kendisini kaba ve zorlama bir tavırla yapıta dayatmadığını” söylemekle haklıdır; çünkü Shakespeare, okuyucuyu “işlenmemiş kişisel sorunlarıyla” uğraştırmaz. Yazarın kişisel tutkuları, yapıtın estetik niteliğine zarar verir. Dolayısıyla, yazarın sorunları, değerleri ve eğilimleri değil, “biçimlendirilmiş sanat yapıtı” öne çıkarılmalıdır.
Peki, diye sorar Booth, Flaubert, okuyucunun Shakespeare’in “neyi sevip, neden nefret ettiğini” bilmediğini söylemekle haklı mıdır? Flaubert, eğer okuyucunun, Shakespeare’in yapıtlarından bu yazarın “sarışını mı, esmeri mi” yeğlediğini ya da “bir piçe, Yahudi’ye veya Arap’a karşı antipati” duyduğunu çıkarabiliyorsa haklıdır. Dolayısıyla, içkin yazarın Shakespeare’in dramlarında “bütün değerlere karşı yansız davrandığı” öne sürülemez. Okuyucu, ‘bu’ Shakespeare’in “neyi sevdiğini, neden nefret ettiğini” elbette bilir.
Öte yandan, Shakespeare’in Katolik Kilisesi’nce “sürekli cehennem cezası” öngörülen “yedi ölümcül günah” kavramına karşı “kesin tavır takınmadan” nasıl yazabildiğini anlamak da zordur. Kibir, zenginleşme hırsı, kıskançlık, öfke/öç alma takıntısı, şehvet, ölçüsüzlük ve tembellik, Booth’un sözünü ettiği “yedi ölümcül günahı” oluşturur.
Burada şu noktayı vurgulamak gerekir. Katolik Kilisesi, toplumsal-siyasal belirleme gücünün en yüksek olduğu dönemlerde bile bu günahları (!) işleyenlere istediği yaptırımı uygulayamamıştır. Dolayısıyla, Shakespeare’in kilise tarafından uygulanan yaptırımlara gülüp geçtiği açıktır. Artık bütün Katolik ülkelerde hemen her insanda görülen bu davranış tarzları, neredeyse gündelik yaşamın ayrılmaz parçası durumuna gelmiştir ve kimse bu günahları işleyip işlemediğini düşünmemektedir bile.
Sanat yansız olabilir mi?
Sanat yapıtlarında “katıksız yansızlık” olabilir mi? Booth, Shakespeare’in yansızlık ilkesine büyük ölçüde uyduğu kanısındadır. Bu bilimcinin deyişiyle, içkin Shakespeare “yaşamla yoğun olarak irdeleşir”; acımasızlık, aptallık ve edinme hırsına ilişkin yargılarda bulunmaktan da sakınmaz. Öte yandan, “yansızlık” ve “yorumsuzluk” arasında bir gereklilik ilişkisi yoktur. Yazar, okuyucunun görüşlerinde veya yargılarında değişiklik yaratabilecek yorumlar yapabilir.
“Yansızlık, olanaksızdır” diyen Booth, Vladimir Nabokov’un “Karanlıkta Gülüşmeler” adlı yapıtından şu bölümü aktarır: “Bir zamanlar Almanya’da Berlin’de yaşayan ve adı Albinus olan bir adam vardı. Bu adam zengin, saygın ve mutluydu. Günün birinde genç bir kız yüzünden karısını terk etti. Sevdi, ama sevilmedi ve sonu mutsuzluk oldu.”
Nabokov anlatımını sürdürür: “Bütün öykü budur. Anlatının yararı ve eğlendiriciliği olmasa, burada bırakabilirdik ve bir mezar taşında bir adamın kısa yaşam öyküsünü anlatmaya yetecek kadar yer vardır. Bu açıdan ayrıntılar her zaman yararlıdır.”
Booth’un yorumuyla, yukarıdaki bölümde Nabokov “kendi anlatıcısının sesini, biri dışında bütün değerlemelerden” arındırmıştır. Anlatıya içkinleştirilen bu tek değerlemeyse, çok “kapsayıcıdır” ve Nabokov’un “ironik ilgiye” ve bir insanın “yazgısal öz-yıkımındaki yoğunluğa” inanmasında somutlaşır. Nabokov, hep aynı “mesafeli tınıyı/sesi” koruyarak, istediği gibi “müdahale edebilir” ve bu sırada okuyucunun, “Nabokov olanaklar ölçüsünde nesneldir” şeklindeki yargısını sarsmaz. Nabokov böylece “kötü” bir adamı betimlerken, onu aynı anda “tehlikeli bir adam” ve “muhteşem bir sanatçı” olarak da serimleyebilir. Bunu yaparken de okuyucu, Nabakov’un “yansızlığı”ndan kuşku duymaz. Dolayısıyla, Nabakov, “bütün değerlere karşı yansız değildir”; ancak bu tavrını yapıtına dayatmaz.
Booth’a göre, içkin yazar az veya çok “mesafe” koyar. Bu mesafe, “tinsel”, “ahlaksal” veya “estetik” bir mesafe olabilir. Yapıtının okunması sırasında yazarın yarattığı ‘içkin yazarının’ “temel koyucu ölçünleri/normları ve olası okuyucusunun ölçünleri arasındaki her türlü mesafe” ortadan kalktığı takdirde, yazar açısından yapıt “doğru” okunmuştur. Çoğunlukla “başlangıçta” daha az mesafe vardır. Öte yandan, “kötü bir kitap”, içkin yazarın, okuyucudan “kabul etmediği ölçünlere göre yargıda bulunmayı” istediği kitaptır.
Booth’un bu son belirlemelerine de eleştirel yaklaşmak gerekmektedir. Okuyucunun, okuduğu yapıtta serimlenen dünyayla veya değerler dizgesiyle tümüyle özdeşleşmesi, o yapıtın doğru alımlandığı şeklinde yorumlanamaz. Bu bağlamda bir örnekle yetinilebilir: Yanlı sanatın başlıca temsilcilerinden biri olan Brecht, izleyicinin, izlediği tiyatro yapıtıyla özdeşleşerek, “eleştirel mesafesini” yitirmesini asla olumlamaz. İzleyicinin veya okuyucunun eleştirel mesafesini korumak suretiyle, izlediği veya okuduğu şeyde yitip gitmesini önlemek amacıyla, ünlü “ayrıksılaştırım kuramını” geliştirmiştir. Özetle, her yazar, her yapıtında ayrı bir ‘içkin yazar’ tasarımlar. Bu içkin yazarların, gerçek yazarla örtüşmesi gerekmez.
Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (21 Mayıs 2015)
[1] Wayne Clayson Booth: “Der implizierte Autor”; içinde: F. Jannidis/G. Lauer vd. (Herausgeber): “Texte zur Theorie der Autorenschaft”; Reclam, Stuttgart 2012, s. 142- 156. Amerikalı edebiyat bilimci Wayne, “içkin yazar” kavramını “The Rhetoric of Fiction” (1961) adlı yapıtında kullanmış ve açımlamıştır.