Mary Wollstonecraft | Merve Akyiğit

Mayıs 25, 2015

Mary Wollstonecraft | Merve Akyiğit

Soldaki resme bakınca hemen herkes yıllar yıllar öncesinde yaşamış tipik geleneksel bir kadın figürü görür. Peki, bu resimdeki kadının feminizmin annesi olduğunu söylesem? Mary Wollstonecraft, yani 27 Nisan 1759- 10 Eylül 1797 İngiltere’de arasında yaşamış bir dünya misafiri. 7 çocuklu ailenin ikinci çocuğu. Dokumacılıktan çiftçiliğe döndüğü için başarısız olan ve kendini içkiye veren şiddet düşkünü bir babanın kızı. Ve sonraları “Siyasi Adalet”in yazarı William Godwin ‘in karısı. En önemlisi de İngiliz ve Dünya Edebiyatı’nın ilk bilim-kurgu kitabı olarak bilinen “Frankenstein” kitabının yazarı olan Mary Shelley’nin annesi. Yazdıkları sayesinde hâlâ bizimle yaşayan muhteşem kadın.

Kadın eğitim yoluyla erkeğin kafa arkadaşı olarak yetiştirilmezse, bilgi ve erdemin yayılması önünde engel oluşturacaktır; çünkü hakikat herkes için ulaşılabilir olmalıdır, yoksa genel uygulamada etkisiz olacaktır.” cümlesini kendisine düstur edinen Wollstonecraft, o dönemlerde okuma yazma öğrenmek erkeklere özgü bir ayrıcalık iken kendisi okuma yazma öğrenmiş ve kız çocuklarının tek geçim kaynağı olan evliliği reddederek evden kaçıp zamanın İngiltere’sinde ataerkilliğe bütün benliğiyle kafa tutmuştur.

Kadını erkeğin bir parçası olarak değil de, kendi başına bir bütün olarak ele alalım.” diyerek zengin kişilere çeşitli gezi ve etkinliklerinde ücret karşılığı refakat etmekten tutun da, mürebbiyelik, öğretmenlik, okul müdireliği, toplumsal eleştiri ve roman yazarlığına kadar çeşitli işleri toplumda ekonomik özgürlüğüne sahip bir kadın olabilmek için yapmıştır.

Çocuk bakıcılığı yaptığı bir dönemin kendisine ilham kaynağı olan Wollstonecraft, “Mary” adlı uzun hikâyesi ve “Kız Çocukların Eğitimi” adlı kitabı devrin ünlü yayınevi “Fleet–Street” tarafından basılır.

Bu kitap yayıncı Joseph Johnson’ın dikkati çeker. Johnson Wollstonecraft’ın fikirlerinden ve özgürlük anlayışından etkilendiği için onu yayınevinde editör olarak işe alır. Bu süre zarfında kendi kendine Fransızca, Almanca ve İtalyanca öğrenen Wollstonecraft çalıştığı süre içerisinde tercüme de yapar.

Kalemimi bu kâğıtlar üzerinde, erdemin kaynağı olduğuna inandığım şeyi desteklemek için hızla koşturmam, bütün bir insan ırkına duyduğum sevgidendir; kadınları gerilemek yerime, ilerleyecek bir konumda görme isteğimin ardında da aynı neden yatıyor.” diyen yazar kalemini ataerkil topluma karşı bir silah olarak kullandı. Bu durumun en güzel örneklerinden birini, Fransız Devrimine karşı olan felsefeci ve politikacı Edmund Burke‘e tepki olarak “İnsan Haklarının Korunması” yazısında görebiliriz. Bu olay hasebiyle kendisine “Jüponlu Sırtlan” lakabı takıldı.

“Kendi cinsimin haklarını savunuyorum-kendi çıkarlarımın peşinde koşuyor değilim.” cümlesi 1792’de Fransız devlet adamı Talleyrand’a ithaf ettiği “Kadın Haklarının Müdafaası” adlı kitabının temel cümlesi olmuştur. Altı haftada gibi kısa bir sürede yazdığı bu kitapta “İnsan Hakları Bildirgesi”ni temel alarak, Fransız Devrimi’nin görüş ve düşünceleriyle paralel bir eser ortaya çıkarmıştır.

Wollstonecraft’ın çağına meydan okuyan en önemli eseri olan Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi Deniz Hakyemez çevirisiyle Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Hasan Ali Yücel Klâsikler Dizisi’nin bir parçası olarak 2007 yılının Mart ayında ilk kez Türk okurlarıyla buluşmuştur. Şimdilerde 11. baskıya ulaşan şaheser içeriğiyle yazıldıktan 215 yıl sonra bile günümüze hâlâ ışık tutmaktadır. Ele aldığı konuları 13 bölümde inci gibi işleyen yazar dönemin olaylarını yakından görmemizi sağlamıştır. Kitapta bazı şeylerin günümüzde hâlâ aynı kaldığını görmek çok sıkıcı olsa da bu başyapıt gerçek okuyucu olan herkesin “başucu kitaplar” listesinin zirvesindeki yerini çoktan almıştır.

Kitaptan birkaç alıntı:

“Eğer kadınların sesleri bastırılacaksa, eğer kadınlar insanoğlunun doğal haklarından mahrum bırakılacaksa, haksızlık ve tutarsızlık suçlamasını boşa çıkarmak için, öncelikle kadınların aklı olmadığını kanıtlamanız gerekmektedir.”

“En övülesi hedef, cinsiyet ayrımını göz önüne almadan, bir insan olarak iyi bir karakter geliştirmektir.”

“Ama ruh söz konusu olduğunda bunu cinslere göre ayırmak felsefi değildir.”

“Ben saygımı aklı onu hak edenlere sunarım; bu durumda boyun eğmişliğim akladır, erkeklere değil.”

“Toplum içinde cinsiyetlere özgü davranışlar gibi bir ayrım güdülmediğini görmeyi istiyorum gerçekten.”

“Kadınların egemen önyargı nedeniyle maruz kaldığı eksiklikleri, dertleri ve acıları tek tek saymak sonu gelmeyecek bir iş olur.”

“Kadınlar yıllarca, yüzyıllarca cehalete mahkûm edilmiştir.”

“Her iki cinsi de mükemmelleştirebilmek için onların bir arada eğitim alması zorunludur.”

“Cehalet, erdemi içine koyamayacağınız kadar dayanıksız bir kaptır! Gene de erkeklerin üstün olduğunu savunun pek çok yazar, kadınların yaşamlarını cehalet temelinde düzenlenmesi gerektiğini söyler; sözünü ettikleri üstünlük bir derece meselesi değil, bir tür meselesidir. Kendi savlarını yumuşatmak için de, büyük bir lütuf örneği sergileyerek, aslında bu iki cinsin karşılaştırılmaması gerektiğini, erkeklerin akıllarını kullanmak, kadınlarınsa hissetmek için yaratıldıklarını eklerler: Onlara göre, böylelikle kadınla erkek, et ve ruh olarak, akılla duyarlığın mutlu birlikteliğiyle mükemmel bütünü oluştururlar.”

Merve Akyiğit – edebiyathaber.net (25 Mayıs 2015)

Yorum yapın