Günübirlik gittiğimiz Edirne’de çarşı içinde yürürken, 5.5 yaşındaki oğlum, “Burada Edirnece mi konuşuluyor baba?” diye sordu. “Başka şehirlerde farklı diller konuşuluyor sanıyordum çocukken” cümlesini hatırladım, Onur Caymaz’ın. Bir anda okurunun belleğinde ışıyıp gönlünde kapılar pencereler açtırması, çocuklara mahsus güzelliği yaşatması, yazarı ölümsüz kılmaya yetmez mi?
Yanarak korur, koruduğu şeyi: Sanatçıdır. Kendisi tamamen yanıp buharlaşana kadar altındakinin yanmasına izin vermeyen kolonyaya öykü yazandır Onur Caymaz. Beyaz çiçekler açarak ölen fesleğene öykü… Berkin’e, Ali İsmail’e, Ethem’e, Somalı maden işçisine…
Okurken, “Sanki yarın Nisan” dedirtir; daima sonbahardır oysa, alabildiğine melankolik. Herkeslerde tumturaklı gemiler demir alırken, o, “Çok üzülünce usulca giden bozgun iskele” ya da vapurdumanı çiçeği.
Sabahattin Ali’nin ‘İçimizdeki Şeytan’ında dokunulup geçilmiştir ondaki hale: “İnsana azıcık darılsa hemen yanından kaçacak gibi.” Ben en çok bu dargınlığını sevsem de, belki kendine de rağmen sivriltir kalemini, öykülerinde bir iğne batırmalık yer açar: “Dışarıda yağmur yağıyor şimdi. Tarkovski filmi değilse ya da ortada vicdani mesele yoksa içerde yağmur yağmaz zaten.” Fazlaca öfkelenmişse, öyküye de boşverip araya girer: “Bardaklar kırılıyor düşüp (düşmeden kırılması zor değil mi; çok yazar böyle anlatıyor.)”
Dört sözcükte duyurmaktadır oysa, Türkçenin şiirini: “Yosuna durmuştu taş merdiven”, “Kalbe biraz vakit olabilse”, “Yaz, asker mektubudur, çıkagelir”, “Baslarda için titriyor. Sızı.” Dört sözcükte edebiyat dersi.
Çok eskiden Beyoğlu’nda, çok eskiden bir şiirde çalınmış klarnetin sesine ağıttır yazdıkları, neden sakladığını bilmediği kırık cam parçasına. Cebine para koymadığı olmamıştır babasının, bulmacada Çanakkale’nin ilçesini ‘Çın’ olarak yazmıştır, bunları düşünüp içlenen kalbe. Radyoda Zeki Müren çalarken aynada karşılaşılan yüze. Tam da Sadri Alışık’ın seveceği portakal rengi Dodge kamyona. Otobüsten inerken boş bırakılan yere…
“Bar. Giriyorsun. Bira istiyorsun. ‘Lütfen içine iki kapak da votka koyar mısınız?’ Her zaman rica edersin böyle şeyleri.” İşte böyle şeylere ağıt…
İncedir mizahı, beklenmedik: “Balkondan denize tükürebiliyorsan, yalıdır”, “Tanrı yazar diyorlar, tanrı ne etsin yazıyı henüz tümden okunmamış koca evren varken”, “Bassam Çeşme’ye, oradan kopuşlar holding, doğru Sakız’a!” Minibüsçülerden öğrenilen, yoksulların yarattığı dille Romain Gary’nin, Vladimir Nabokov’un, Javier Marias’ın buluşması.
Edip Cansever’in büyük âşığı. Öykülerinde ara ara tekrarladığı – içinden benim de geçtiğim ‘Alice ile Nuri’ öyküsünde yinelenen “İnsan sustuğu günleri iyi bilmeli” gibi – cümlelerle tutulan ritim, onun içindir, ona saygı duruşu, artık kaç kişi duyup anlıyorsa. Aynı öyküde, “Kar yağacak bugün yarın avludaki boş havuza. Sokak lambalarına yağacak. Pervin’in saç tokalarına, kuşlu beresine” derken, Edip Cansever’in ‘Özleyiş’ şiirini söylemektedir aslında: “Kar yağsın bütün otellerin üstüne / Üstüne üstüne bütün otellerin / Kar yağsın / Lacivert gözlerine Seniha’nın.” Bir başka, adı gibi -‘Çığlık’- bir öyküde kestirilen kara saçlar, Gülten Akın’ın saçları. ‘Aşk: Hiçbir Şey’deki ne istemediğini bilen, ne istediğinden habersiz delikanlı, Attilâ İlhan’ın ‘Sokaktaki Adam’ı. ‘Somalı’ adlı öykü, bütünüyle, Cemal Süreya’nın ‘Şarkısı – Beyaz’ı.
Garsonların saçlarını limon suyuyla taradıkları zamanlardan geliyoruz, Topolino’nun araba markası olduğunu bilmekten, tarçınlı oraletten. O halde gözlerimizden başlamışızdır birbirimizi sevmeye, ilk gençlikteki öğrenci evlerinde. Bir elimizde roman-felsefe-tarih-en çok da şiir kitapları, diğer elimizi ne halt edeceğimizi bilemeyişimizden.
Eksiklerini de göstermem beklenir böyle bir yazıda. Oysa Caymaz, zayıf karnesindeki çamaşır suyu lekelerini bile yazmıştır. “Mesut diye bir kanarya vardı yoksul bir şeyler” dediği zamanlardan tanırım onu, evden kaçtığında gidebileceği dört adresin birinden. ‘Herkes Yalnız’ da olsa, birbirimizden yirmi yıldır caymayışımızdan.
Selvi yerine servi demek ister, alnının yazısı yerine anlının yazısı; eksiği budur, bu kadardır, böyle.
Onur Behramoğlu – edebiyathaber.net (28 Mayıs 2015)