Yazar kavramını irdelediğim yazı dizisini bitirdikten sonra sanat/edebiyat ‘yapıtı’ kavramını irdelemeyi düşünmüştüm. 03 Haziran 1963’te yaşamını yitiren Nazım Hikmet’in elli ikinci ölüm yıl dönümü nedeniyle, Türkiye’de bazı basın organlarında çıkan yazılar, beni sanatta veya edebiyatta yanlılık-yansızlık sorunsalına eğilmeye yöneltti.
İlkin bir gerçeği vurgulamak isterim. Nazım Hikmet’in yanlı bir şair-yazardır. Türkçeyi şiirselleştiren ve şiiri toplumsallaştıran bu evrensel şairin yanlılığına geçmeden önce, sanatta, dolayısıyla da edebiyatta yanlılık-yansızlık sorunsalına önemli filozofların yaklaşımına bakalım. Sanatta yanlılık-yansızlık sorunsalı, estetik felsefesini zenginleştiren bazı filozoflarca çeşitli açılardan tartışılmıştır. Sanatta/edebiyatta yanlılık veya taraflılık kavramı bağlamında bazı görüşlerini aktarmak istediğim ilk filozof Kant’tır.
Güzeli ve güzeli algılama yeterliliğini çeşitli yönlerden irdeleyen Kant’a göre, sanat yapıtının yaratımında ve alımlanımında belirleyici olan beğeni yargısı katıksızdır, arıdır. Örneğin, “çiçekler, özgür doğa güzellikleridir.” Bu aydınlanma filozofunun bir başka belirlemesi, sanat ve amaç ilişkisi üzerinedir: Kant bu konuda şunları yazar: “Çeşitli olanın bütünleştirilmesi ile ilişkilendirilmeyen hiçbir mükemmellik, hiçbir amaçsallık bu yargının temeline koyulmaz.”[1] Bu alıntıda geçen ‘özgür güzellik’, ‘çeşitli olanın bütünleştirimi’ ve amaçsallık veya amaçlılık kavramları, sanat felsefesinde önemlidir.
Ayrıca, beğeni yargısı “salt biçime göre özgür güzelliğin değerlendirilmesinde arıdır. Çeşitli olanın, verili nesneye hizmet ettiği her hangi bir amacın kavramı yoktur. Bu beğeni yargısının ne tasavvur etmesi gerektiği koşullandığı zaman, imgelem gücü sınırlandırılmış olur.”
Kant’ın öğretisini belirginleştirmek amacıyla vurgulamak yararlı olabilir: Sanat, dolayısıyla da edebiyat öz-amaçtır; başka bir amaca hizmet etmez. Beğeni yargısı belirli bir kavrama dayanmaz, dayanmaması da gerekir; çünkü kavram, beğeni ya da estetik yargı bağlamında imgelem gücünü daraltır. İmgelem gücü, güzeli duyumsama ve üretmenin başlıca temellerinden biridir.
Ayrıca, çeşitli olan çok; verili olan tektir. Dolayısıyla, sanatsal biçimlendirme sürecinde ‘çok’, tekleştirilir, bir başka deyişle, tikelleştirilir. Hem tasavvur, hem de beğeni yargısı bakımından, herhangi bir kavram ya da kavramlaştırma sürekli tartışmalı olacaktır. Düz mantıkla şu söylenebilir: Çok, tekle kavranamaz. Çok’u çok haliyle bırakmak gerekir. Hem çok’u tekleştirmek, hem de ona bir kavram yüklemek, tasavvuru iki kez indirgemek olur. Eğer beğeni yargısının ne tasavvur etmesi gerektiği kavramlaştırılırsa, diyesi, koşullanırsa, öznenin güzele ilişkin imgelem gücü birkaç kez daraltılmış olur.
Yukarıdaki saptama, mutlak özgürlük olarak kabul edilen sanatsal-yazınsal özgürlük kavramının hem gerekçelendirilmesi bakımından, hem de uygulanması açısından belirleyici önemdedir. Kant’ın “özgür güzellik salt biçime göre değerlendirildiğinde, beğeni yargısı arıdır ya da katıksızdır” saptamasında belirleyici kavram, biçimdir. Biçim aynı zamanda bir içeriği estetikleştirmenin temeli, dolayımı ve aracıdır. Yazınsal estetik açısından biçim, yazınsal biçem oluşturmanın da temel belirleyeni ya da bu sürecin hem taşıyıcısı, hem de sonucudur.
Bu bağlamda, Franco Moretti’nin “Mucizevî Göstergeler”[2] adlı yapıtının hemen girişinde Hobbes’a dayanarak aktardığı gibi, “biçim, güçtür.” Bu belirlemeye göre, bir yazınsal yapıtın güçlü yanı, biçimi ya da biçimi de kapsayan biçemidir.
Bir yazıncının biçemselleştirme ya da anlatılaştırma yeterliliğini, beğenisini, yönelimini ve işlemini gerçekleştirmesine hizmet eden retorik figürlerin ya da biçem araçlarının özgün kullanımıyla ortaya çıkan olgu, “yazınsallıktır.” Edebiyatın özü olan yazınsallığı oluşturan niteliklerin toplamı, yazıncının öznel ve özerk beğenisinin ürünüdür.
Yazınsallaştırma edimi mutlak özgürlük gerektirir; özü gereği dış baskılar ya da koşullarca belirlenemez. Dolayısıyla, yazınsallaştırmanın temel belirleyeni olan beğeni ve onun tasavvuru koşullandırılamaz; çünkü beğeninin koşullandırılması, imgelem gücünün sınırlandırılması demektir.
Kant anılan yapıtında açıklamalarını şöyle gerekçelendirir: “Salt bir insanın güzelliği, bir atın, bir binanın güzelliği amaca ilişkin bir kavramı, yetkinlik kavramını gerektirir.” Bu yetkinlik kavramı, “şeyin/nesnenin nasıl olması gerektiğini belirler.” Bu tür bir güzellik, “salt bağlı güzelliktir.” Aynı şekilde “hoş olanın, salt biçim ile ilgili güzellik ile bağlantısı, beğeni yargısının arılığını engeller.” İyinin ya da iyi olanın güzellik ile bağlantısı da “aynı sonuca yol açar.”
Kant’a göre, “bir nesnenin kendi olabilirliğini belirleyen amacına yönelik ilişkisi açısından o nesnedeki çeşitli olana ilişkin beğenme, temellendirilmiş” beğenmedir. Bu güzelliğe ilişkin beğenme, “kavramı koşul koşmayan, nesneyi var eden tasavvur ile dolaysız bağlantılı olan bir beğenmedir. Amaca bağımlılaştırılan ve dolayısıyla da sınırlandırılan bir beğeni yargısı, artık özgür ve katıksız bir beğeni yargısı değildir.”
Bunun yanı sıra, estetik beğenmenin entelektüel beğenmeyle bağlantısıyla sabitleştirilen beğeniye, amaçsal olarak belirlenen bazı nesneler açısından kurallar koyulabilir; ancak bu kurallar bile beğeni kuralları değil, beğeninin akılla, bir başka anlatımla, güzelin iyi ile birleştirilmesinin kurallarıdır. Böylece güzel, iyi için kullanılabilirleştirildiği için, ereğin veya amacın aracına dönüşür.
Kant’ın betimlemesi uyarınca, bu olayda “ne güzellik aracılığıyla mükemmellik, ne de mükemmellik aracılığıyla güzellik bu süreçte kazançlı çıkar; çünkü tasavvurun nesne ile bir kavram üzerinden karşılaştırılması, onu öznedeki duyumsama ile bir arada tutmak önlenemez.” Böylece de “eğer iki ruh durumu uyumlulaşırsa, tasavvur gücünün tümel yeterliliği kazançlı çıkar.”
Bu açıklamaların ışığında beğeni yargısının arılığı konusunda şu saptama yapılabilir: Bir beğeni yargısı, “belirli bir iç amacı olan nesne açısından tek bir koşul altında arı olabilir: Ya yargılayanın bu amaca ilişkin hiçbir kavramı olmamalıdır ya da yargılayan, yargısını bu amaçtan soyutlamalıdır.” Ancak bu durumda da yargılayanın, nesneyi “özgür bir güzellik” olarak yargılamak suretiyle, “doğru bir beğeni yargısında bulunup bulunmadığı sorusu sorulur.” Böyle bir soruyu ise “nesnedeki güzelliği, bağlı yapısal özellik olarak gören biri olumsuz yanıtlar.”
Birinci bakış açısı “duyulara”; ikinci bakış açısı “düşünceye” vurgu yapar. Bu ayrım yoluyla, birinin “özgür güzelliği”, öbürünün “bağlı ya da bağımlı güzelliği” önemsediği söylenerek, güzelliği yargılayan “beğeni yargıçları arasındaki ikilem aşılabilir.”
Duyulara dayanan ve “özgür güzelliği” öne çıkaran yargı, arı ya da katıksız bir beğeni yargısıdır; Düşünceye ya da kavrama dayanan ve “bağlı güzellik” kavramını öne çıkaran yargı “uygulamalı beğeni yargısıdır.”
Kant’ın “özgür güzellik” olarak kavramlaştırdığı güzellik belirlemesi, sanatın her alanıyla, dolayısıyla yazınsal yapıtlarla da ilişkilendirilebilir. Duyumsama, tasavvur ya da tasarım ve imgelem gücü bağlamında anlam kazanan “özgür güzellik”, hem anlatım dolayımı olan dilde, hem de anlatılaştırılan izleklerin tümünde vardır ve bulgulanabilir. Ayrıca, yukarıda açımlamaya çalıştığım “yazınsal özgürlük” kavramı için de bir çerçeve oluşturmaktadır. Hiçbir yargıya ya da beğeniye bağlanamayan “özgür güzellik”, aynı zamanda yazınsal eleştiri açısından da verimlileştirilebilir.
Bu kavram gereği, örneğin, edebiyat eleştirmenleri, eleştiri konusu yaptıkları yazınsal yapıtı, sadece öz beğenileri temelinde değerlendirebilirler. Dolayısıyla da, Kant’ın nitelemesiyle, kendilerini “beğeni yargıcı” yerine koyarak, “eleştirdikleri” yazınsal yapıta ilişkin “salt” ve “genel-geçer” yargıda bulunmazlar.
Kant estetiğinin yazın-kuramı açısından verimlileştirilebilecek en önemli bulguları, “özgür güzellik” ve “beğeni yargıcı” kavramlarıdır. Bu iki kavram, birincisi, yazınsal üretimin, öz-yapısı gereği tümüyle öznel edim olduğunu; ikincisi, eleştiri de dâhil, yazınsal yapıtlara ilişkin her türlü değerlendirmenin doğası gereği tümüyle öznel bir yargılama olduğunu ortaya koymaktadır.
Kant’ın “özgür güzellik” kavramı, güzelliği algılayan öznenin de özgür olması gerektiği varsayımına dayanır. Yazınsal yaratımda yanlılık veya yansızlık sorunsalı bu açıdan irdelendiğinde, yazarın/şairin politik yanlılığı veya yansızlığı, onun özgür seçimi ve yönelimidir. Burada önemli olan yanlı bir yazıncının yazınsal üretimine yüksek bir estetik-sanatsal nitelik kazandırmasıdır. Dolayısıyla, sanatta/edebiyatta yanlılık olumsuz bir nitelik olarak görülemez; çünkü yanlılık veya yansızlık, bir başına sanat yapıtının estetik öz-yapısını belirleyen bir ölçüt değildir.
Türkiye’de şiiri felsefileştiren, şiiri biçim ve uyak sınırlamasından kurtararak özgürleştiren Nazım Hikmet’in yanlılığı da bu kuramsal çerçevede değerlendirilebilir. Tahir Şilkan ‘Nazım Hikmet ve Sanatçının Taraf Olması” adlı yazısında (Evrensel, 03 Haziran 2015), bu büyük şairin yanlılığını kendi dizeleri ve sözleriyle ortaya koymuştur. Şu noktayı çok açık biçimde bir kez daha vurgulamak isterim: Sömürülen ve ezilen halkın yanından yer aldığını her fırsatta dile getiren ve sömürü ve baskıya karşı direnişi estetikleştiren Nazım Hikmet, çok açık biçimde yanlı bir şair-yazardır. Onun yanlılığı, eşitlik, özgürlük, tolerans ve çoğulculuk gibi insanlık değerlerinden yana olmaktır; bu değerlerin edimselleştirilmesi için savaşmaktır.
Bu büyük şair, evrensel insanlık değerlerini öne çıkardığı için, bu değerleri şiirleştirirken Türkçeyi en yüksek biçimde estetikleştirdiği için, yazınsallık düzeyi yüksek yapıtlar üretebilmiştir. Yazınsallık bağlamında bir belirleme yapmak isterim. Eğer Nazım Hikmet sadece yanlı bir şair-yazar olsaydı, diyesi, edebiyatı sadece politik slogana indirgeseydi, yapıtları bugün bütün dünyada okunmazdı. Ayrıca, yanlılık, evrensel insanlık değerlerinden yana olmayı, bu değerlere karşı olmayı da kapsayan bir kavramdır. Yanlılık, kişisel çıkarlar ve amaçlar için araçsallaştırılabilir. Sanat/edebiyat bunun örnekleriyle doludur. Dolayısıyla, yazınsallıktan soyutlanmış bir yanlılık yüceltilemez; çünkü yanlılık, tek başına estetik bir ölçüt değildir.
Nazım Hikmet, bu ilkenin bilincinde olduğu için, sanatını araçsallaştırmamıştır; güdümlü sanata karşı olduğunu sürekli vurgulamıştır. Sanatçının mutlak özgürlüğünü, sanatsal yaratımın öz-yapısından doğan bir ilke olarak hep savunmuştur. İnsanları, tüm insanlığı kapsamaya uğraşmış; onları Doğulu-Batılı veya gelişmiş-gelişmemiş diye ayırmamıştır. Bu tavrı ve estetik-yazınsal duyarlılığının yüksekliği, onu evrensel bir şair durumuna getirmiştir.
Nazım Hikmet’i ölümünün elli ikinci yılında içten bir saygıyla ve sevgiyle anarken, Nazım Hikmet Vakfı’nın kapatılma girişimini şiddetle kınıyorum. Bugünün güçlülerine anımsatmak isterim: Zerre kadar Türkiye sevgisi ve toplumsal-kültürel değerlere saygısı olan, bu halkın bağrından çıkan ve onun yazınsal birikimini evrenselleştiren Nazım Hikmet’e de sahip çıkar.
Sanatta yanlılık-yansızlık sorunsalını, Marx, Adorno, Benjamin, Brecht ve Thomas Mann gibi filozof ve yazarların görüşleri bağlamında irdelemeyi sürdüreceğim.
Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (10 Haziran 2015)
[1] Bu açıklamalar, Immanuel Kant’ın “Kritik der Urteilskraft- Yargı Gücünün Eleştirisi” adlı yapıtına dayanmaktadır. Kant’ın söz konusu yapıtını, “Kant, Schiller, Heidegger Estetik ve Edebiyat” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Mayıs 2012) adlı kitabımda ayrıntılandırmaya çalıştım.
[2] Franco MORETTİ: “Mucizevî Göstergeler”; Metis, Aralık 2005, İstanbul