Gaye Boralıoğlu’nun “Mübarek Kadınlar”ı 2015 Yunus Nadi Öykü Ödülü ile ödüllendirildi. Bu mübarek kadınları tanıma hevesiyle başladım kitabı okumaya. On üç öyküden ibaret incecik bu kitap, sanki bir devr-i alem. Bir “Muamma” ile başlayıp “İsyan” la sona eriyor.
Gaye Boralıoğlu’nun kadınsı bir duyarlılıkla dünyaya, çevresinde olana bitene bakışı, olayları ve insanları yorumlayışı öykülerde kendini hissettiriyor. Ancak bir kadının ya da kadın duyarlığına sahip ince ruhlu erkeklerin gözlemleyip aktarabileceği detaylarlar var öykülerde. Kaç erkek bilir, parmak ucu kaçmış ince çorabı bir kadının nasıl gizleyeceğini… Yemek yaparken elinin ayarının kaçmasının, bir kadın için ne anlama geldiğini… Halının üstündeki küçük bir iplikçiği iki parmağıyla alıp çöpe atmayı, mutfağın camındaki buğuya kalp çizmeyi ve sonra onu kolunun yeniyle silmeyi…
Her öyküde, bir başka mübarek kadınının yaşamına konuk oluyor, sanki kiminin elini tutuyor, kimine sarılıyor, kiminin dizlerine yatıp ağlıyorsunuz.
İlk öyküde kocaman bir yalnızlığın içinde kalıyor insan. İki kişinin arasında büyüyen ve birini -belki diğerini de- köşeye sıkıştıran, nefes aldırmayan, boğan bir suskunluk… Suskunluğun içinden çıkmak isteyen kadının düşünceleri ve hisleri arasında gidip gelirken karşıma çıkan bir cümleyle sarsılıverdim. “Derler ki dikiş iğnesi insanın tenine batarsa tekmil gövdesi boyunca yürür.” Çocukluğumda annemden duyduğum bir söz öykünün içinden çıkıp gelivermişti işte. Sadece battığı anda acısını duyduğun, sonra varlığını hissedemediğin ama içinde sinsi sinsi yürüyen bir iğnenin bir gün bir yerde sona erecek olan yolculuğu bir kâbus gibi büyürdü içimde. O yolculuğun bir gün bir öykünün satırları arasında “o kaburga senin bu kaburga benim eğlendikten sonra, ilerde sol köşede kırmızı kadifemsi bir yastık”ta huzur içinde sona ereceğini bilmiyordum. Öğrendim.
İkinci öyküde pilavcının karısıyla hemhal oluyorsunuz. Dev kazanlar, eve sinen haşlanmış tavuk ve nohut kokusu ile Orhan Pamuk’un son romanı “Kafamda Bir Tuhaflık”ı hatırlattı ilk anda bana. Satırlar ilerledikçe sadece eve değil kadının ruhuna, bedenine sinen, onu kara büyü gibi kaplayan, başka bütün kokuları örtüp bastıran, adeta hükümranlığını ilan eden baskın bir koku… Kokuyla kaplanmış bir dünyada evin içine sıkışıp kalmış bir yaşam. Didilen tavuk etleri gibi didilmiş, atılmış, hırpalanmış, örselenmiş bir kadının içinde biriken zehrin öyküsü bu.
Sonraki öyküde tuvaletleri temizleyen Saime’nin yaşamına konuk oluyoruz. Her yanı aynalarla çevrili mekânda aynaya bakmayan-bakamayan, kendine yabancılaşan bir kadın Saime. Klozeti ovarken içinde biriken sudaki yansımasına bakmaya bile dayanamıyor. Saatler boyunca bir taburede oturup gelen gideni saymak, sayarken anı ana, bir yolcuyu diğerine eklemek. Bir tespih tanesi gibi dizilirken yolcular birbiri ardına, mesainin bitimiyle kendi de yolcu olmak. Yola düşmek. Ta ki dünyanın göbek deliğine ulaşana dek…
Anlatılan her şeyin gerçeğin bir eksiği ya da beş altı fazlası olduğunun itirafıyla başlıyor “Kâr Etmiyor” adlı öykü. Bu cümle, öyküde karşılaşılacak gerçekliği kabul edip etmemekte, okuyucuya açık bir alan bırakıyor. Birbirine hiç benzemeyen iki arkadaşın öyküsü bu. “Ben noktaydım; dünya hali içinde pek kaydı olmayan minnacık bir mühür. O virgüldü; durmadan arkasına yeni vagonlar eklenen, yoldan çıkmış bir cazibe treni” diyerek ne de güzel tanımlıyor aralarındaki ilişkiyi. Kendini, arkadaşının suretinde seven bir öykü kahramanı. Bir ömrü, yaşayamadıklarına adamış, yüzü çizgisiz, kendi belirsiz ve isimsiz…
Kitapta birbirinin öncesi ve sonrası olan iki öykü de var. “Ömrüm Oldukça”da küçük bir çocuğun, annesinin altın günü arkadaşı Nurhayat’a olan duygularına tanık oluyoruz. Çok alışıldık bir öykü. Pek çok erkek çocuğun ilk aşkı olmuş bir komşu ablası vardır anıları arasında saklı kalmış. Alışıldık olmayan yanı, anılar arasından çıkıp gelişi ve gelişiyle yarattığı yeni anlam. Büyümüş, yetişkin olmuş bir erkeğin yaşamına dair sorgulamaların sır noktasına gelip oturuşu. Araya giren bir öykünün (Mi Hatice) ardından Nurhayat’ın yeniden karşımıza çıkıverişi. Filibeli Ahmet Hilmi’nin ünlü eseri Amak-ı Hayal(Hayalin Derinlikleri)içinden düşüveren bir gazete kupürü ile can bulan anılar yeni hayallere dönüşürken; bir ihtimalin peşine takılıp gidiveriyoruz öykü kahramanın uzattığı eli tutarak. İhtimalin gerçeğe dönüşmesi umuduyla…
“Mi Hatice”nin bu iki öykü arasına sıkışmışlığa bakıp da aldanmayın sakın. Bence kitabın en güçlü öykülerinden biri. Öykünün duygu derinliği kadar, anlatımdaki görsel etkinin yoğunluğu da okuyucuyu etkiliyor. Bir film izler gibi okuyorum öyküyü. Kitabı bitirdikten sonra, kitabın bir tanıtım videosu bulunduğunu ve bu videoda bu öykünün yer aldığını öğrendiğimde hiç şaşırmıyorum. Aynı trende yan yana yolculuk eden bir çiftin öyküsü bu. Tren raylarda ilerledikçe yolları birbirinden ayrılan,her istasyonda birbirinden biraz daha uzaklaşan ve kopan bir çift. Belki de hiçbir zaman çift olamamış, iki tek. Bir kadın, bir erkek, tren, raylar, istasyonlar ve notalar. Bu öyküyü okuduktan sonra her biri yeni anlamlara dönüşecek, emin olun.
“Ali’nin Gözleri” ile birlikte öykülerin seyri değişiyor. Ülke gerçekleri, tarihsel gerçeklikler, etnik kimlikler, ayrışmalar, ötekileştirmeler bu öyküyle birlikte kitaba dahil oluyor bir bakıma.“Ali’nin Gözleri”nde, sevgilisini askere uğurlayan sevdalı bir yüreğin çırpınışına tanık oluyoruz. Deniz hasretini sevdiğinin gözlerinde dindiren bu yürek “Ben seni bütün sınırlardan seveceğim” diyerek askere giden Ali’nin dönüşünü bekliyor. Önce özlem sonra içinde büyüyen ve ne yaparsa yapsın önleyemediği kederle. Sınırda asker olmak, hayatın sınırlarını da zorluyor oysa. Ve bu zorlu sınavdan çıkabilmek için üç ihtimali var sevenin. Üçünü de kullanıyor sırayla…
Koparmabeni ile küçük bir kızın babasından dinlediği masalın içine giriyoruz ve masalın sonu cezaevi kadınlarına varıyor. Görüş günleri, sahte gülücükler, hal hatır sormalar, tatlı hikâyeler arasında babasıyla göz göze gelmeye çalışan bir kız. Baba ve kız… Susmaları çığlık çığlık…
Pepuk Kuşu’nda, bir babaanne ve torunu çıkıyor karşımıza. Yalnızlığı, sessizliği, insansızlığı seçmek, bir tercih midir hayatta? Bu tercihe hangi olaylar zorlar insanı? Unutulmak istenen geçmiş, geçmiş midir aslında; unutulmadığı sürece bugünü mü yaşatır yoksa sessizliğinde? Unutmak isteyenin çırpınışı ile istemeden unutanın hali benzer midir birbirine? Bir babaanne ve torunun öyküsünde, Pepuk Kuşu’nun şarkısının dizelerinde cevap bulunur mu ki sorularınıza?
Ninni öyküsü günümüz televizyon izleyicisinin de dikkatini çekecek şekilde başlıyor. Yetenekleri ortaya çıkarmaya çalıştığını iddia eden yarışmalardan birinin içinde buluyorsunuz ilk anda kendinizi. Ama sandığınız gibi eğlenceli bir öykü değil bu. Bir önceki öyküdekine benzer bir unutma, unutturmaya çalışma var burada da. Adını unutmak isteyenin taşıdığı sırrın yükü ve bu sırrın bedeli. Bir önceki öyküde Pepuk Kuşu’nun şarkısını dinlerken aradığınız cevaplar eksik kaldıysa Arev’in ninnisini dinleyin.
Vitrin, Gezi Olayları’na bir vitrin mankeninin gözünden bakıyor. Camdan hapishanesinde önünde akıp giden hayata hep seyirci kalmış bir mankenin, Gezi Olayları’nı seyrederken hissettikleri, yaşama seyirci kalmış olan tarafımızı kaşıyor. Kalabalığa karışmak, birbirine dokunmak, birliği hissetmek ve birlikte yürümek isteği kalıyor öykü biterken içinizde.
Öykülerin sıralaması kitabın bütünlüğü açısından ne kadar önemli diye düşündüm son öyküye geldiğimde. Kadının bireysel yaşamından başlayıp gitgide sosyal ve toplumsal yönlerine değine değine, yazarın kendi söylemiyle “be mübarek’ten mübarek kadınlara” uzanan bu seyrüseferde son noktayı isyanla koymak ne güzel olmuş.
Bir rüyanın içindeyiz bu defa. Rüyanın içinde “Kayıp Çocuklar Ormanı”na düşüyoruz. Bir kayıp çocuğun uzattığı yaprağı kulağınıza dayamaya ve vicdanın sesini dinlemeye hazır mısınız? Hazırsanız bu öyküyü okuyun, yoksa kitabı kapatın gitsin. Yaşamdaki pek çok şey gibi bu da eksik kalsın.
Fatma Yakan – edebiyathaber.net (16 Haziran 2015)