Çalışma masamda duran, okuduğum, okunmayı bekleyen kitaplara göz atınca; aldığım notlara dönüyorum. Şu sıralarda öyküler öncelikli okumalarımda…
Her okuma edimi bir düşünceden kaynaklanır elbette. Zaman zaman “görev” okumaları dediklerim olmuştur. Bir şeyi anlamak, tespit edebilmek ya da bir durumun yansılarını görmek için yapılan okumalardır bunların çoğu da.
Gelin görün ki seçip masama aldığım kitaplara dönük okumalarımı bunlara katmadan; kim nasıl yazmış, şu yaşadığımız günler yazılan/kurulan edebiyata nasıl yansımış diye bir bakışımı öncelediğimi söylemeliyim gene de.
Öyküyü öne alma nedenim, şu anki toplum yapımızı/insanı en iyi anlatabilen bir türün öykü olduğunu düşünmemden kaynaklanıyor.
Yazılan roman sayısının çokluğu, bizim, henüz roman toplumu olduğumuzun bir göstergesi değil. Roman, bence, bilgi toplumuyla ortaya çıkan bir olgudur. Bu konuda henüz emekleme, hatta “taklit” dönemindeyiz. Yazanını hazırlamadan yazılana “iyi” demenin olanağı yok. Bireysel başarılar o yazarların kendi öykülerinde saklıdır. Romanın gelişmişliğinin bir göstergesi değildir.
Roman bilime yakındır; romancının donanımlı olmasını ister. Tarih bilincinden estetiğe, sosyolojiden iktisada, psikolojiden mitolojiye, edebî bellekten toplumu/insanı okuma biçimine kadar birçok şeyle ilgisi/ilintisi, bağı olmalıdır romancının. Roman, yaşadım/gördüm/hatırladım yazdım demek değildir. Bugünün yazılan romanlarının çoğunun bu imlediğim bilgilerin ışığında yazılmadığı o kadar açık ki… Ya romancı tarihçiliğe soyunuyor ya da anılar/anıştırmaların yazıcısı kesiliyor.
Bugünün romancısı Tolstoy’dan daha ileride bir roman yazmalıdır, Joyce’u da aşmalıdır. Balzac’ı ve Stedhal’i iyi kavramalıdır…
Onlar kendi kültürel/toplumsal/bireysel varoluşlarının birer ürünüydüler. Yaşantılarına baktığınızda neyle/kimlerle hesaplaşarak oraya vardıklarını görürsünüz. Hele hele göze aldıkları ise hiç yabana atılacak gibi değildir.
Akıl çağını yakalamayan bir toplum bilgi çağını yakalayamaz. Bugün üretim endekslerine, ihracat göstergelerine baktığımızda bilgi/teknoloji üretemeyen bir toplum olduğumuzu görürüz. İlk sırada buzdolabı ihracatımız ya da montaj sanayinin ürünü otomobil vardır. Üniversitelerde bilimin ne kadar yapılabildiği su götürür durumda!
Eğitime dönük eleştirilerimizi sıklıkla yineler dururuz; eğitim sistemi çöküyor. Niteliksiz insan yetiştiriyoruz feryadı her yerde… Peki, şunu hiç soruyor muyuz; bunları yetiştirecek eğitimcileri yetiştirebiliyor muyuz? Bu konuda neredeyiz?
Edebiyat dediğimiz şey de buralardan çıkıp gelen bir olgudur. Çağını yakalamak sözü bile artık yeterli kalmıyor birtakım tanımlar yapmaya.
Şu da bir gerçek ki; ülke siyasetimiz neredeyse edebiyatımız da bundan ne ileride ne de çok gerilerde.
Azgelişmişliğinin neden/niçinlerini sorgulayamayan bir toplumda hâlâ “Üç Tarz-ı Siyaset” geleneğini güden siyasi figürlerle, milliyetçi söylemlerle yol alınamayacağı ortada.
İç fındığın kilosunun 120 tl.’ye satıldığı bir ülkede tarımdaki durumumuzun geldiği bu yeri sorgulayıp çözüm yaratamayan siyasetin, ve bundan da hiç haberdar olmayan bir edebiyatçının ortak noktası “kötü” siyaset ve “edebiyat” yapmaktır kanımca!
Oysa, gelişmiş toplumlarda büyük anlatıcılar böylesi dönemlerde ortaya çıkar. Balzac, Dickens, Tolstoy varlıklarını ülkelerinin geçiş dönemlerine borçludurlar bir bakıma.
Stendhal’i okuyorum günlerdir. Dilimize yeni kazandırılan “Henri Brulard’ın Yaşamı” adlı özyaşamsal anlatısı onun çağcıl kavrayışıyla birlikte yaşamına/yazarlığına dair önemli ipuçları veriyor bize. Taşradan çıkıp Paris’e gelen Napolyon hayranı bir gencin sürüklendiği tutkulu yaşamdan sahneleri kendi kaleminden okumak şaşırtıcı. Ama bir o kadar da çağına ayna tutan bir romancının varoluşunu anlatıyor bize bu öykü… Küçük yaşamlardan büyük öykülerin çıkamayacağını bir kez daha hatırlatıyor bize Stendhal. Ondaki gerçeklik duygusunun debisini gösteren bir anlatıda yol alırken ister istemez günümüz romanının neden henüz kıvamına eremediğini, büyük anlatıcıları edebiyatımızın neden çıkaramadığını gözlüyorsunuz.
Toplumun kıyısında durarak tarihi fantezilere, kent bunalımlarına, taşra sıkılganlığına sarılarak roman yazılamaz. Hayatın içinde olmayan yazarın yazdığı hiçbir şey inandırıcı değildir. Aidiyet, bellek, kimlik, insanlık durumu üzerine sözü olmayan romancının yazacak hiçbir şeyi yoktur.
Stendhal’in yazı ahlakına, yazarlık vicdanına dönünce bugünün edebiyatında yazınsal türlerin yavanlığını görmemek mümkün değil. Belki de asıl oradan başlamak gerekiyor tartışmaya, edebiyatın neden çıkmazda olduğunu anlamaya/anlatmaya.
Kendi payıma yeni öyküleri/öykücüleri (Melisa Kesmez, Halil Genç, Seray Şahiner, Feride Şahin, Pınar Öğünç, Sibel Öz, Gül Ersoy, Nil Sakman, Mehmet Erte, Gamze Güller, Deniz Arslan, Elif Key, Esra Tanrıbilir, Fuat Sevimay, Berna Durmaz, Sine Ergün, Suzan Bilgen Özgün, Kadir Öztopçu, Mahir Ünsal Eriş, Murat Şahin, Murat Başhekim, Çağnam Erkmen, Birgül Oğuz, Ayşegül Çelik, Ethem Baran, Menekşe Toprak…) okuyunca birçoğunun yazdıklarıyla insanı/toplumu daha iyi anlattıklarını gözledim demeliyim.
Öykünün neden romanın önüne geçtiğini sanırım irdelemek gerekir. Bunu da birkaç yazıda dile getirmek en iyisi.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (23 Haziran 2015)