Sessizin Payı ve İstanbul İstanbul
Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı’nda, Auschwitz’in tanığı olan Jean Amery’in bir anısını anlatmış. Zorunlu bir çalışmadan sonra kampa götürülürken Amery’nin gözü bir binadaki bayrağa takılır. İçinden bir Hölderlin dizesini tekrarlar: “Duvarlar sessiz ve soğuk yükseliyor, rüzgarda hışırdıyor yapraklar.” Dizeyi hatırlar ama şiir onda bir zamanlar uyandırdığı duyguyu uyandırmaz: “Yüksek sesle tekrarlar, ama uygun adım ‘sol, ki, üç’ sesleri rüzgarda nasıl çınlıyorsa Hölderlin dizesi de öyle çınlıyordur. Kampta karşılaştığı bir düşünürle entelektüel bir sohbet başlatmayı denediğinde de benzer bir şey yaşamıştır. Düşünürden aldığı yegâne karşılık tek heceli mekanik cevaplardır. Duyuları köreldiği için değil, artık zihnin dünyasına inanmadığı, entelektüel alışverişin anlamsız bir sözcük oyununa dönüştüğünü fark ettiği için susuyordur düşünür. Auschwitz’de gerçeğin ne felsefi ne de estetik temsiline yer vardır.”
Burhan Sönmez’in, İstanbul İstanbul’una okumaya başladığımda, bir hücreyi paylaşan dört insanın, işkence görecekleri dakikaları beklerken, bu derece estetik yanı tastamam olan bir edebiyatın ve fire vermeyen masalsı kurgunun içinde nasıl durdukları sorusuyla birlikte, Gürbilek’in kitabındaki bu satırlar aklıma geldi. “Hayatın”, edebiyatın içinde nasıl yorumlanmasını görmek istediğinizle ilgili bir soruydu bu. Her gerçeğin karşısına hayal gücüyle çıkılabilir miydi? Hatları keskin bir gerçeklik üstüne kurulan, hatları doğal ama aynı zamanda yapay bir hayal gücü anlatısı, kırabilir mi insanın okuma şevkini? Primo Levi’nin deyişiyle “katlanılması zor bir estetizm”le mi okunur satırlar? Gerçekle aranıza edebiyat tekniklerinin girmesi, o gerçeği yaşayanlarca hangi duygularla okunur örneğin. Bileklerine çivi çakılarak, duvarda İsa gibi gerilen, vücudunun her bir noktası işkenceden sızlayan Berber Kamo’nun tumturaklı cümlelerle Haydarpaşa Garı’nı, İstanbul’u ve sevdiği karısını anlatışını okurken bu sorular geçti kafamdan.
Hikayelerle, hücrede 10 gün
Hücre arkadaşları olan Doktor, Öğrenci Demirtay, Berber Kamo, Küheylan Dayı romanın anlatıcı karakterleri. Bu dört insanın dışarıdaki hayatları ve geçmişlerine ilaveten, hücrelerindeki artı on günlerinin hikayesi İstanbul İstanbul. Komşu hücrelerinde ise kadın mahkum Zine Sevda var. Roman boyunca sesinin sözcüklerini değil, parmaklarıyla havaya yazarak kurduğu iletişimi okuyoruz. Demir kapının sesiyle aralarından biri ya da birkaçı işkenceye götürülüyor. Bu bekleyiş esnasında hikayeler anlatılıyor. Bir hikayenin başka bir hikayeyle kesiştiği oluyor. Bir hikayenin başka bir hikayedeki soruya yanıt verdiği oluyor. Sönmez’in üzerinde titizlikle çalıştığını belli eden hikayeler, ustalıkla birbirine dokunuyor ya da hiç beklemediğiniz bir anda iç içe geçiyor. Şöyle anlatayım hikayelerin güzelliğini ve yormadan aktığını: 226 sayfalık kitabı bitirdiğinizde geri dönüp, hikayeye/hikayelere bir daha bir daha bakmak istiyorsunuz.
Küheylan Dayı’nın bir hikayesi Moby Dick’in, Kaptan Ahab’ını hatırlatıyor. W. Benjamin’in Tarih Meleği, İstanbul İstanbul’da Zaman Kuşu olup, hücrenin tavanını kaplayan siyah tüylü bir kuş oluyor. Yine aynı Zaman Kuşu, geçmişte uçan, bugüne varınca kanatları duran, rüzgarda asılı kalan, İstanbul’daki zamana benzetiliyor. Hikaye hikayeyi kovalarken, Doktor, Giovanni Boccaccio’nun Decameron’undan bahsediyor Küheylan Dayı’ya. Kentte veba salgını başlayınca, bir grup insan bir kır evine sığınıyor. Salgın geçene kadar birbirlerine hikayeler anlatıyor insanlar. Decameron, “on gün” demekmiş eski İstanbulluların dilinde. On gün boyunca, cinsellikten, aşktan ve dedikodulardan söz edip, gülüyorlar. “Vebanın korkusunu, yaşamı hafife alan hikayelerle azaltmışlar” diyor Doktor. Sönmez, anlatısına ilham veren bir başka eseri böylelikle anmış oluyor.
İnsanın en saf hali, acı çeken insan
İstanbul İstanbul, yer altı ve yer üstü olmak üzere iki metafor arasında hikayelerini paylaştırıyor. İşkencelerin yapıldığı, suçun işlendiği yerin altında bir umut var. Yerin altında olanları okurken, öğrenci Demirtaş, yerin üstünde yaşayan insanların bütün bunlardan aslında haberdar olduklarını hatırlatıyor. “Can sıkıcı olan da bu” duygusu içinize yerleşiyor. Bekleyiş başlıyor. Belki bir gün yardıma gelecekler… Okur olarak, hasta tutsaklar aklımdayken, her demir kapı sesinde, o yardımın geldiğini sandığımı söyleyebilirim. İstanbul İstanbul, Hallac-ı Mansur’un sözleriyle bitiyor: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.”
Yerin altında sözcüklerle, İstanbul manzaraları çiziliyor. Karşınızda duran manzaranın kimi çizgileri gözünüzün önünde silinip, yerine başka şeyler konuluyor. Kumkapı’daki eski balıkçı köyünü yok eden sahil yolu, Boğaz kıyısında birer birer eksilen erguvan ağaçları, Mimar Sinan’ın dört yüzyıllık eseri İlyaszade Camii’nin yıkılıp yerine petrol istasyonu yapılması bunlardan bazıları. Satırlar arasında, inatla çirkinleştirilemeyen bir kente karşı açılan savaşı da izliyorsunuz.
Burhan Sönmez, nasıl yazmış nasıl emek vermiş kim bilir. Üzerinde düşünüldüğü, saatlerce çalışıldığı besbelli. Her hikaye başka bir hikayeye, süzülerek bağlanıyor. Bu muntazamlığın beni rahatsız ettiği yerler olmadı değil. Çok korkan, işkencede çözülen, değil cümleler, tek heceli yanıtlar dışında konuşamayan insanları okumak istedim. Romanın bir yerinde, Doktor, Berber Kamo’ya, “İnsanın en saf haliyiz burada, unutmayalım, acı çeken insan” diyor. En saf hal denildiğinde, konuşamamak gelir aklıma ama bir yandan acı çeken ve güzel konuşan karakterler olmazsa edebiyatın işi neydi yeryüzünde.
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (6 Temmuz 2015)