Sözcüklere tutunarak yaşanabildiği gibi sözcüklerin çağrısına uyularak yazılır da. Yani bir sözcük sizi kendine çeker, hatırlatır, düşündürür, heyecanlandırır, yanına başka sözcükleri çağırır… Ötesi, her biri bir çağrı içeren sözcüklerle siz de yeni bir yolculuğa çıkarsınız. Bu hem içte hem de dışta yaşanan bir yolculuğa dönüşür kimi zaman.
Sabah, Kuruçeşme sırtlarından, kardeşimin özenle kurduğu bahçesinden Boğaziçi’ni seyre dalmıştım. Günü bu mücevher koyla birlikte karşılamış, masamdaki kitabın izlerinden giderken bir anda gözümün takıldığı, toprağın yüzeyindeki karıncaların adeta yola koyulmuş bir kervanı andıran dizim dizim hallerinin seyrine vermiştim kendimi. Bir telaş, bir didiniş… Ama dünyanın sessizliğinde kendi ırmaklarında akan balıkların süzülüşünü andıran benzersiz bir uyum…
Dünyanın her sabah yeniden nasıl kurulduğunu hatırladım bir anda… Daha da ötelere geçerek, kitapta karşıma çıkan tek bir sözcükle, “kutan”la, bir anda ayma anına düşmüş; bunun yanına hatırladığım diğer sözcükleri yerleştirmiştim hemen: çermuk, gutani, anderun, haçan, kırcingos, fortuna, kaybana, pungar…
Hatırlamayı hatırlayınca anneannemin belleğinden taşınan bu sözcükler gelip bulmuştu beni.
Açıp defterimi “İncir Ağacısın…”ı yazmaya vermiştim kendimi. Ki, ötemde, dallarını adeta gölge etmek için içlere uzatmış incir ağacının geniş yaprakları, yemişlerinden gelen baş döndürücü koku; çocuk “ben”i alıp anneannesiyle buluştuğu zamanlara yolculuğa çıkarmıştı.
Yitik bir zamanın dili vardı orada. Yetişkinlik çağında dönmüştür anneannenin yurduna. Orada, incir ağacının kokusu, bir de odun talaşıyla yanan tandırda pişen lavaş ekmeğinin tadıyla buluşmuştur. Sonrasında ise seslerin, renklerin ardına düşmüştür. O çocukluk zamanı çıkar her bir köşede karşısına. Geldiği yerde, maşatlıktan izlerin de ardına düşmüştür. Yalnızca kuş sesleri karşılar onu. Hatırlamayı hatırlar, tutup anneannenin belleğinden taşınan ve gelip orada hatırladığı sözcükleri yazar defterine…
Sonra, o sözcüklerin çağrısına uyarak, bir dil/bellek yolculuğuna çıkar…
Sabahın o ilk ışığında Boğaziçi’ni seyre dalarken, hem yazılan bir metne dönmüş hem de burada, o saklı koydaki bahçede okunan bir kitapla başka bir dil yolcuğuna çıkmıştım.
“İncir Ağacısın…” burada yazılandı. “Maşatlıkta Kuş Sesleri” çok daha ötelerde kurulan, geliştirilen bir anlatıydı.
Sözcükler bir başına hiçtir. Bunları bizde bir anlama büründüren yaşanan/unutulan/hatırlanan zaman ve yerdir, insandır elbette. Çünkü, her bir sözcük de bir yerin bir zamanın rengini tınısını taşır; bunların her birinde insanın bakışı/duyuşu/yaşam deneyimi vardır. Evet, taşıyıcı oldukları kadar biçimleyicidir de sözcükler. Onlar yaşamdan ağıp gelirler, biz ise yazarak onlara yeniden ruh katıp, biçim veririz.
Anneannemin sözcüklerini hatırlamam beni onun çocukluk yurdu Hemşin’e döndürmüştü. Sonra anlattığı öykülere, söylediği türkülere…
Zaman zaman onların göçmen kuşlar gibi sürüklenişini düşünürdüm. Benimkisi bir köken arayışı değildi. Çünkü biliyordum ki, üç kuşak ötesine gidemeyince; ailenize dair kayıtları ele geçiremeyince buna bir öykü uydurmanın da hiçbir anlamı yoktu.
Özellikle savaş coğrafyasında yaşayan insanların tarımla, hayvancılıkla ve bunlara bağlı ticaretle ilgilenmeleri her dem göçü ve sürgünü getirmiştir. Bir de buna din savaşlarını eklersek…
Beni o büyük göçlerin bu yanları daha çok ilgilendiriyordu. Ve taşıyıcı kıldığımız belleğin simgesi insanların da birer söz bilicisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Ama bunların ailelerden çok az çıktığını da söylemem gerek! Bunun nedenlerini çözmek biraz da antropologların, insanbilimcilerin işi olsa gerek. Gene de yazıya yüzü dönük olanların o belleklerde birikenleri/taşınanları yazıya geçmesi kaçınılmaz.
Biz yazdıkça hatırlıyor, hatırladıkça da yazıyoruz. Yaşam doğamızın gereğidir bu. O nedenledir ki yazılı toplumların belleği hep taşıyıcı olmuştur. Ama, bizde, Anadolu coğrafyasında halen sözlü geleneğin taşıyıcı izlerinin olduğunu/yaşadığını düşünürüm. Sanırım bu da, 1920 doğumluların yeryüzünü terk edecekleri zamana kadar sürebilecektir…
Sonraki kuşaklar ise onlardan anlatılanları kayda geçebilirlerse ancak geçmiş de bir biçimde ele geçirilebilir diye düşünüyorum. Hatta ortak bilinç/ortak bellek dediğimiz şeyin düşmanca söylemlerden arınarak insanlığa taşınması da ancak sözcüklerin çağrısıyla olabilir, bence!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (21 Temmuz 2015)