Sartre “Edebiyat Nedir?”in “Yazmak Nedir?” bölümünde dili insanın “kabuğu, duyargası, duyularının uzantısı” olarak tanımlar ve insanın elleri ve ayaklarını duyumsar gibi, dili de “başka erekler uğruna aşarken duyumsadığını” öne sürer.
Kant estetiğinde taşıyıcı kavramlardan biri olan amaç(lılık), Sartre’ın “Edebiyat Nedir”in Türkçe çevirisinde “erek(lilik) olarak karşılanmıştır. Kant’ın “Yargı Gücünün Eleştirisi”nde kullandığı amaç(lılık) kavramını Sartre bağlamında da kullanmayı yeğlediğim için, “Edebiyat Nedir?”de kullanılan “erek(lilik) kavramı yerine “amaçlılık” kavramını kullandım.
Dil, Sartre’a göre, insanın başkalarıyla ilişkilerinde deneyimlediği bir dolayımdır. Söz ise, “eylemin belli bir anıdır ve eylemin dışında anlaşılamaz.” Konuşmak, “eylemektir; adlandırılan her şey, daha o anda eskisi gibi değildir artık, arılığını yitirmiştir.”
Düşünür, “dil eylemektir” saptamasıyla, “dil eylem kuramı”nın en temel söylemini dile getirir. Bu kuram uyarınca, her türlü dilsel anlatım, bir eyleme yöneliktir ve bu nedenle içkin bir amaç taşır. Düz-yazı yazan, Sartre’ın nitelemesine göre, “ikinci elden eylem biçimini seçmiş” öznedir. Sartre’ın dil ve söze ilişkin bu belirlemelerine göre, hem genel bir iletişim dizgesi olan dil, hem de bireyin dili kullanma eylemi anlamında söz, öz-yapıları gereği “amaçsal” bir nitelik kazanır.
Sartre’ın nitelemesiyle “bağlanmış bir yazar, sözün bir eylem olduğunu bilir”; adlandırmanın “değiştirmek anlamına geldiğini ve bir şeyin üstündeki örtülerin ancak değiştirmek istediğimiz zaman kaldırılıp atılabileceğini de bilir.” Burada yer alan “bağlanmış bir yazar” anlatımı, yanlı veya angaje bir yazar anlamını taşır. Türkiye edebiyatından Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Orhan Kemal Yaşar Kemal ve daha niceleri bağlanmış veya angaje yazar kavramına örnek gösterilebilir.
Sartre’a göre, toplumun ve insanlığın durumları yan tutmaksızın anlatılamaz. İnsanoğlunun karşısında hiç bir güç, yan tutmadan edemez. Yazar, adlandırılmamış şeyleri adlandıran kimsedir. Yazar, sözcüklerin “dolu tabanca” olduğunu bilir. Yazar, yazarak ateş etmeyi seçtiğine göre, “erek gözeterek” ateş etmelidir. Yazarın görevi, “hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendisinin suçsuz olduğunu ileri sürmemesini sağlamaktır.” Dolayısıyla, yazar yapıtlarında adlandırılmamış şeyleri adlandırmak suretiyle, herkesi olup bitenler hakkında bilgilenmeye çağırma amacını gerçekleştirir.
Yazar-yazmak-amaç(lılık) ilişkisini açımlayan bu düşünür-yazara göre, insan, “bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazar.” Dolayısıyla, “yazmak da, nasıl yazacağını, neyi hangi biçimde söyleyeceğini seçmek de” amaçlı seçimler ve eylemlerdir. Sartre’ın ‘bazı şeyleri belli biçimde söylemek’ anlatımıyla söylemek istediği şey, biçemdir. Yazınsal biçem, dilsel malzemeyi estetikleştirmeyi amaçlayan her türlü biçimleyici çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bir yazarın özgün dil kullanımı anlamında biçemselleştirme edebiyatın temelidir.
Öte yandan kitap, Sartre’a göre, “kendisini okuyucunun önüne bir amaç olarak koyar.” Dolayısıyla, Sartre’ın belirginleştirmeye çalıştığı sav uyarınca, Kant’ın ‘ereksiz ereklilik’(ya da amaçsız amaçlılık) deyimi, “sanat yapıtını nitelemeye hiç uygun düşmeyen bir deyimdir.” Söz konusu “amaçsız amaçlılık” kavramı, “estetik nesnenin yalnızca bir ereklilik/amaçlılık dış görünüşü taşıdığını ve imge gücünün özgür ve düzenli oyununu gerektirmekten öte geçmediğini içermektedir. Bunu ileri sürmek, seyircinin/okuyucunun imge gücünde yalnızca düzenleyici değil, kurucu bir işlev bulunduğunu unutmaktır.”
Bu son tümcede geçen “seyirci” sözcüğü, sanıyorum çevirmen tarafından “publikum” kavramına karşılık olarak kullanılmıştır. Eğer benim bu varsayımım doğruysa ve ‘publikum’ kavramı, seyirci olarak Türkçeye çevrilmişse, seyirci sözcüğünün ‘publikum’ kavramını tam karşılamadığını belirtmek gerekir. Hemen bütün Batı dillerinde kullanılan “publikum” kavramı “alımlayıcı” ya da “alımlayıcı topluluğu” olarak Türkçeleştirilebilir ve böyle bir karşılık, bağlama daha uygun düşer.
Sartre sözlerini şöyle sürdürür: “Oyun oynamaz bu imge gücü, onun görevi sanatçının bıraktığı izlere göre güzel nesneyi yaratmaktır… Eğer bir nesnede, böyle bir şey düşünmediğimiz anda bile bir erek (amaç!) bulunduğunu kabul ettirecek kadar kurallara uygun bir kurallılık bulunsaydı, o zaman ereksiz ereklilikten (amaçsız amaçlılıktan!) söz edilebilirdi… Doğadaki güzellikle sanattaki güzelliğin en küçük bir ilişkisi yoktur. Sanat yapıtı bir ‘erek’ (amaç!) gütmez; bu konuda Kant’la aynı kanıdayız. Ama bu, sanat yapıtının kendisinin bir erek ‘oluşundan’ ileri gelmektedir.”
Dolayısıyla, Sartre açısından Kant’ın öne sürdüğü gibi, sanatta ya da edebiyatta amaçsızlık ya da “amaçsız amaçlılık” yoktur; çünkü sanat yapıtının kendisi başlı başına amaçtır. Burada vurgulamak istediğim bir başka nokta Sartre’ın “doğal güzel ve sanatsal güzel” ayrımıyla ilgilidir. Sartre’ın, doğal güzel ile sanatsal güzel arasında hiçbir ilişki görmemesi doğru ve yerindedir; çünkü sanatsal güzel, işlem gören, sanatsal açıdan biçimlendirilen, dolayısıyla da tinsel bir özellik kazandırılan güzeldir. Bu özellik, doğal güzelde yoktur. Estetik ve edebiyat felsefesinin bu temel bulgusunu Hegel dizgeleştirmiştir.
Ayrıca, doğal güzel-sanatsal güzel ilişkisi, dil örneğinde de açıkça gösterilebilir. Edebiyatın malzemesi olan dil, doğal durumu içinde yazınsal açıdan sanat güzeli olarak adlandırılamaz. Günlük iletişim dili, biçimlendirici bir işlemden geçirilmeden sanatsal bir nitelik kazanmaz. Dilin yazınsallaştırmaya yatkın veya elverişli olması da bu gerçeği değiştirmez. Dilin sanat güzeline dönüştürülmesi için, yazar tarafından estetikleştirilmesi gerekir. Bir başka deyişle, dilin sanat güzeli niteliği kazanması için, doğal durumundan çıkarılarak, biçemselleştirilmesi ve böylece sanatsal bir öz-yapı kazanması gerekir.
Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (29 Temmuz 2015)