Kitaplarla yolunuz nerede kesişir? Bir okursanız eğer, zaman zaman ya da kimi zamanlarda. Ama bir yazarsanız her zaman. Peki yayıncıysanız? Geceniz gündüzünüzdedir, ya da öyle olmalıdır. Bir iş, bir meslek, bir zanaattır yayıncılık.
Bizde kitap üretimine bakınca, nicelik olarak yığma bir iş yaptığımız kesin. Gelin görün ki nitelik “çoksatarlık”la ölçüleli beri, bazı iyi kitaplar göz ardı ediliyor. İçerikle birlikte tabii ki tasarımından da söz ediyorum.
Birçok yayınevinin bu açıdan arayışlarda olduğunu biliyor, gözlüyorum. Her yapısal değişimde ilk el atılan şey de ne yazık ki kitabın kapağı olur. Yayıncı içerikle ilgili bir “entelektüel akıl gerek” diyemediği için, çoğu kez, kapak değişimiyle işi kurtaracağını sanır.
İnsaflı/insafsız tasarımcıların eline düşmüşse, hem şanslı, hem şansızdır.
Bu işin bir yanı.
Asıl diğer yanlarına gelmek isterim.
Kitaptan çok, yayıncı tanıdıkça bu alandaki bilgim görgüm artıyor.
Kitap bir “nesne”, her yerde görüp irdeleyip alıp inceliklerini öğrenebilirsin. Ama iyi-kötü yayıncıyı her zaman görüp tanıyamazsın.
İyi kitaba, yazara gittiğim gibi iyi yayıncıya da giderim. Kötü yayıncılardan dilim yanmıştır. Uzaktan ne yaptıklarını gözlesem de, asla kapılarını çalmam; ne okur, ne de yazar olarak.
Onların pişkinlikleri, yüzsüzlükleri de beni çok ilgilendirmez. İşim/bakışım iyiden yanadır. Çünkü bunlar öğreticidir, kuşatıcıdır.
Sıklıkla Erdal Öz’ün şefkatli bir yayıncı olduğundan söz etmişimdir. Onun yazar-yayıncı/yayıncı-yazar, yayıncı-dağıtımcı ilişkilerini yakından gözlemişimdir. Çoğu kez kitap üretim süreçlerinin de tanığıyımdır. Onun, yayın dünyamıza birçok insan yetiştirdiğini yadsıyamayız. Hele hele yayıncı olarak edebiyatımıza kazandırdığı yazar ve çevirmenlerin sayısı azımsanmayacak kadardır.
Bazen, onun, yayıncılığı bir “oyun” gibi aldığını da gözlerdim. Bu da, yaptığı işi sevmesinden gelirdi. Arada bir “patron” diye takılırken; “Nerem patron yahu, yayınevi bana borçlu, telifimi bile ödemiyor,” diyerek espriler yapardı.
Kendisine hiç sormasam, konuyu hiç açmasam da; bana sonsuz bir güvenle teslim ettiği kendine dair arşiv dosyasındaki bazı yazışmalarına bakarak; onu yayıncılığa asıl itenin Oğuz Akkan olduğunu düşünmüşümdür.
Ankara Sergi Kitabevi deneyiminden gelmesi, yazarlığı ise elbette ki yayıncılığının filizlenip gelişmesinde en temel etkendir. Gene de Erdal Öz, yaparak öğrenen biriydi. Bir yayınevinin bütün aşamalarını, işleyişini neredeyse kuran/işleten olması uzunca süre Can Yayınları’nı editoral kadrodan uzak tutmuştur. Özdemir İnce, ardından İlknur Özdemir’le yayınevi adım adım profesyonel yapılanmaya yöneldi. O süreçten beri yayınevinin en temel eksiği entelektüel sermayesidir.
Bu konuda, bence, öncül olabilen tek yayınevi vardır benim gözümde; Metis Yayınları. Ardından İletişim, Ayrıntı gibi birkaç yayınevini daha saymak mümkün.
Günümüzde bir yayınevi için entelektüel sermaye neden gerekli/önemli?
Bunu da ileride konuşalım.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Ağustos 2015)