Bunu usta-çırak ilişkisine indirerek açıklamak istemem, ama gene de her işte olduğu gibi yayıncılıkta da bu esastır.
Peki, günümüzde böyle bir yayıncılık kaldı mı? Bu ülkede her önüne gelen her işi yaptığına göre…Bilgi, birikim, mesleği öğrenme merakı, yapıp yapamama öngörüsü olmadığına göre…
Evet, ne yazık ki; “ben yaparım” düşüncesi yeterli bir olgu. Bu, ülkemizdeki mesleksizlik hastalığından kaynaklanıyor diyebilirim.
Gene de, iyi iş yapmak isteyenlerin iyi bir ustaya her zaman gereksinmesi vardır. Bu doğanın yasasıdır. İsteseniz de bundan vazgeçemez, görmemezlikten gelemezsiniz. Mutfağınızda usta bir aşçınız yoksa lezzetli yemekler çıkaramazsınız. İyi bir ustanız yoksa matbaanızı makine kataloglarıyla döndüremezsiniz.
Evet, işinin ehli bir yayın yönetmeniniz, yetişmiş bir editörünüz yoksa bir yayınevinden kolay kolay iyi iş çıkaramazsınız. Kitap çıkarabilirsiniz, ama yayınevi olamazsınız. Bir süre sonra da çıkardıklarınız sizi, siz çıkardıklarınızı süreklersiniz.
Yayıncılık tarihimiz bir dolu sürüklenmiş yayıncı, kelepire düşmüş kitaplarla doludur.
İyi yayıncılar iyi insanlar gibidir. Sürekli gören, öğrenen, inanan, yaptığını bilen, her aşa nane olmayanlardır.
Zaman zaman karşıma çıkan, yayıncıyım diyenlere artık temkinli yaklaşır oldum. İşim, uğraşım gereği insan sarrafı olduğumu söylesem de; böyleleri hemen kendilerini ele vermez. Ama yaptıkları işe bakarak anlarsınız nasıl biri olduklarını. Bu nedenle, söze değil işe bakarım çoğunlukla. Yani; “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözü doğrular bizi her zaman.
Dünya grubu yayıncılık yapmaya, mevcut yayınevlerini revize etmeye karar verdiğinde; Ali Murat Erkorkmaz’ın önerisiyle buluşmuştum. İlk görüşme sonrası bir rapor hazırlamıştım; “nasıl bir yayınevi” çıkış noktamdı. İlk adımda yalnızca bir masaydı isteğim. İkinci adımda işleri koordine edebilecek, gözüm kulağım olabilecek birini istemiştim. 11. katı bağımsız bir yayınevine dönüştürdüğümüzde yayın dizilerini oluşturmuş, kitaplarını çıkarmaya başlamış, yıllık, üçer aylık yayın programlarını yapmış, ekibini kurmuş, yazarlarını adım adım biriktirmiş, yayın politikasını oluşturmuş bir yayınevi vardı artık. Üçüncü yıla geldiğimizde üç yüzün üzerinde kitap yayımlamıştık. Sayısal veri tek ölçü değildi elbette, neyi/nasıl yayımladığın önemliydi.
“Her şey olsun, öyle yapayım” değildi felsefem; önce ne yapabileceğini planlamak, ilk yapılabileceklere adım atıp, neyi yapabileceğini görüp/gösterip sonrasını da sonradan getirmek…
Bana göre, yayıncılıkta bu en temel ilkedir. Ve “alana inmek”… Bu her iş için böyledir.
Eğer yayıncıysanız bu işin bir ucu kitapçıdır, öteki ucu matbaa…Bakışınız, deneyiminiz, öngörüleriniz, emeğiniz bu iki uca uzanamıyor ve aradakilerin neler olabileceğini bilemiyor/göremiyor, bunları da planlayamıyorsanız sizin yayıncılıkta işiniz yoktur. Başka bir iş yapmalısınız.
İyi yayıncılık işinin ehli iyi insanlarla var olup yürütülebilir. Ülkemizde Adam Yayınları deneyimi bunun için iyi bir örnektir. İyi ekip, iyi yönetim, doğru zamanlama/politika, piyasa gerçeğini bilme, sermaye yönetimi… Bunları bir araya getirerek o “iyi”yi yakalayabilir, buna sürdürülebilirlik kazandırabilirsiniz ancak. Bunlardan birini kaybetmeye başladığınız an, asal işinizi bırakıp yan işlere, kazandığınızı başka alanlara taşıdığınız an yayınevi kan kaybeder, küçülür ve yok olur.
Deneyim zamanla kazanılabilendir. Bunu parayla satın alamazsınız. Usta-çırak ilişkisi de öyle. Hele hele yayıncılıkta bunu dikkate almadığınızda sonucuna da katlanırsınız.
Bugün, büyük gruplar ülkemizde ne yazık ki “mirasyedi yayıncılık” anlayışını geliştirdi. İşi bir tür de “kargo yayıncılık” a dönüştürdüler. Bastır parayı al kitabı, yazarı. Elinde tut. Bunu bir “meta” gibi görme. Kitabı ve yazarı hapsetme. Örnek verdiğim yayınevinin batırılmasında bu zihniyetin de egemen olduğunu düşünürüm. Kendi yanlışları bir yana, bu türden bir yayıncılık anlayışı vasatı da egemen kılıyor. Sözüm ona bir “model” kuruluyor. Küresel kapitalizmin oyununu bile bilemiyorlar.
Küresel birer yayıncı olan Random House’un, Bertelsmann’ın nasıl işlediğini ya da bir dünya yayıncısı olan Gallimard’ın nasıl bir yayıncılık yaptığını izleyip gözleseler en azından sermayelerini nasıl yönlendirebileceklerini de bilirler. Üç beş akıldaneye teslim olan sermaye, kültür ortamımızı bir zaman sonra çöle dönüştürecektir. Bu da biline…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Eylül 2015)