Adorno, “Edebiyat Üzerine Notlar”ın üçüncü bölümünde yer alan “Angajman”[1] adlı denemesinde “edebiyatta angajman olur mu?” veya “angaje edebiyat olur mu?” sorunsalını irdeler. TDK sözlüğünde “angajman”ın Türkçe karşılığı “bağlılık” olarak verilmiş. Bu karşılığın angajmanın bütün anlam yelpazesini kapsamadığını düşünüyorum. Angajman kavramı, “yanlılık”, “yan tutma” olarak da Türkçeleştirilebilir. Fakat Adorno’nun “angaje edebiyat”tın karşıtı olarak “özerk edebiyat” anlatımını yeğlediği düşünüldüğünde, bu kavramı “bağımlılık” anlamında kullandığı da söylenebilir.
Adorno’ya göre, her biri salt özgünlük özelliği taşıyan sanat yapıtları, birbirine asla katlanamaz. Böyle “iyileştirilebilir bir toleranssızlık”, salt tekil sanat oluşturuları için değil, “sanatın davranış tarzları” için de geçerlidir. Nesnelliğe ilişkin “iki tavır” vardır: Yanlı/bağımlı sanat yapıtı, “fetişi”, “yararsız oyunu”, hatta “politik bakımdan en yüksek düzeyde apolitik olanı büyüsünden arındırmaktan” başka bir şey istemez. Dikkatleri, “gerçek çıkarlar uğruna yürütülen savaşımdan” başka yönlere yöneltir. Özerk sanat yapıtıysa, taşıdığı sanat kavramı uyarınca, bu tür görüşleri “felaket” olarak görür. Bu sonuncu anlayış gereği, “kendi saf somutlaşımının özgürlüğü ve yükümlülüğünden” vazgeçmek demek, sanat yapıtı olmaktan vazgeçmiş olmak demektir.
Sanat yapıtlarında “biçim kazanan şey, yanlı/bağımlı sanat yapıtının özerk sanat yapıtı için varsaydığı gibi, kısa sürede sanat yapıtının karşı çıktığı var-oluş ile aynılaşır.” Bu seçeneklerden her biri, “karşıtıyla birlikte kendisini de yok sayar.” Angaje sanat, doğası gereği gerçeklikten uzaklaştığı için, “sanata olan mesafeyi” ortadan kaldırır. Angajmanı tümüyle yadsıyan ‘sanat, sanat içindir’ görüşüyse, “kendisini saltlaştırmasından ötürü gerçeklikle olan o kopmaz ilişkiyi” yoksayar. Söz konusu ilişki, “sanatın gerçekten bağımsızlaştırılmasında polemikçi bir önsel olarak bulunur.” Sanatın yaşam kaynağını oluşturan “gerilim”, bu iki “kutup” arasında eriyip gider.
Politik anlamda dile getirilmiş olsa bile “kendisini, öznenin her türlü angajmanının uysal biçimiyle alay eden” propagandaya indirgemeyen angajman, politik açıdan çok-anlamlıdır.” Biçimcilik ve özgürlükçü var-oluşçuluk bunun karşıtı için savaşmaz.
Adorno’nun değerlendirmesi uyarınca, Sartre‘ın “yazarın işi anlamlarladır” sözü doğrudur; ancak yetersizdir; çünkü yazınsallaştırılan hiçbir sözcük, iletişimsel konuşmadaki anlamını yitirmez. Bununla birlikte, edebiyat sözcüğün “dış anlamını” dönüştürür. Ayrıca, Sartre’ın edebiyata verdiği “özel konum”, kuşkuyla karşılanmalıdır. Dışsal anlamların edebiyattaki parçacıkları, “kaçınılmaz olarak sanattaki sanatsal olmayan öğedir.”
Sanatın dolayımı veya dışa-vurum aracı biçimdir. Biçim yasaları, bunlardan değil, söz konusu iki öğeden çıkarımlanabilir. Sanat yapıtından “bir şeyler söylemesini” talep eden, “amaçtan uzak, kapalı sanat yapıtına karşı karşıt politik konum ile birliktelik kurar.” Dili, “imlemi” deşeleyen ve “anlama uzaklığıyla daha baştan pozitif anlam algısına başkaldıran bir metni dinlemek yerine”, bağlanmaya, yanlılığa övgü düzenler, “edebiyatın kavramsal anlamını angajmanın önkoşulu” sayan Sartre’ın “Gizli Oturum” adlı yapıtını “derin” bulacaktır.
Nasyonal sosyalistler, “kültür Bolşevizm’i” diye adlandırdıkları her şeye karşı duydukları “nefreti” “kurumsallaştırmıştır.” Bu nefret tutumu, hala “aynı türden oluşturular” üzerinde alevlenmektedir ve “otoriter öz-yapı” ile örtüşmektedir. Her türlü gelenekçilik ve korumacılık bu kapsamda görülebilir. İster kendisini “eleştirel”, ister “sosyalist” olarak adlandırsın her türden “yazınsal gerçekçilik” de “bu her şeye yabancı ve yabancılaştırıcı” düşman tutumla bağdaşabilir.
Adorno’nun deyişiyle, “anlaşılmaz olanın şoku içinde kendisini ileten şeyi” anlamaksızın, konuya ilişkin tartışma bir “gölgeler savaşımı”na benzemektedir. Kuramsal bakımdan “angajman ve eğilim” ayrımlaştırılmalıdır. Angaje sanat, “daha önceleri frengiye, düelloya, kürtaj maddesine veya zorunlu eğitim yurtlarına karşı eğilim kitapları gibi yasa koyucu eylemler veya edimsel etkinlikler” düzenlemek yerine, bir “tutum/tavır” oluşturmak için çalışmaktadır. Örneğin, Sartre, “izleyici yansızlık” yerine, “var olma olanağı” yaratmaya yönelik kararlılığı öne çıkarır. Sanatsal bakımdan angajmanı, eğilimin önüne geçiren şey, “şairin/yazarın angaje olduğu içeriği çok-anlamlılaştıran” öğedir.
Sanat, seçenek belirlemez, dünyaya direnir
Sartre’ın Hıristiyan geleneğindeki “benden yana olmayan bana karşıdır” anlayışını üstlendiğini öne süren Adorno’ya göre, söz konusu gelenekten geriye kalan “sadece buyrulan seçimin soyut otoritesidir” ve “kendi asıl olanağının seçilecek şeye bağlı olmasının da” bir önemi yoktur. Bu, Sartre’ın “özgürlüğün yitirilemezliğini kanıtlamak istediği seçeneğin önceden belirlenen biçimini” ortadan kaldırmaktadır.
Herbert Marcuse, Adorno’nun değerlendirmesi uyarınca, “eziyetlerin içsel olarak kabul veya reddedilebileceğini” söyleyerek, bu felsefi savın/söylemin “saçmalığını” adıyla anmıştır. Sartre’ın “dramatik durumlarından ortaya çıkması gereken de budur.” Bunlardan yalnızca “özgürlüksüzlük” öğrenilebilir.
Sartre’ın “düşünce tiyatrosu, kategoriler uydurduğu şeyi sabote etmektedir”; ancak bu onun tiyatro parçalarının “bireysel yetersizlikleri” olarak görülemez. Sanat, “seçenekleri belirginleştirmek değil, insanın göğsüne tabancasını dayayan dünyanın gidişine salt onun biçimiyle direnmek” demektir. Fakat angaje sanat yapıtları, “kararlar aldıkları ve onları sanat yapıtının ölçütü durumuna getirdikleri takdirde”, söz konusu kararlar “değiştirilebilir/yerlerine başka bir şey koyulabilir” bir hal almaktadır.
Bu “çok-anlamlılığın bir sonucu olarak” Sartre “büyük bir açıklıkla edebiyat aracılığıyla dünyanın gerçek değişimini” beklemediğini dile getirmiştir. Onun “kuşkusu”, Voltaire’den beri süre gelen “edebiyatın edimsel işlevi” türünden toplumun “tarihsel değişimlerini” ortaya koymaktadır. Sartre’ın felsefesinin “aşırı öznelciliği”, angajmanı, “yazarın zihniyetine” indirgemektedir. Öznenin “kararının veya kararsızlığının açığa vurumu” olan sanat yapıtını, Sartre “öznelerin çağrısı” olarak kavramaktadır. “Ne denli özgür olursa olsun” yazan “nesnel isterlerle karşı karşıya kalır.” Sartre bu ilkeyi kabullenmek istememektedir.
Sartre’ın ereğini, “salt bir ereğe” indirgemektedir. Bu nedenle, “neden yazılır?” sorusu ve bu sorunun “derin bir seçime” bağlaması “tutarlı” değildir; çünkü “yazılan şey” veya “yazınsal ürün” açısından yazarın “motivasyonları” önemsizdir. Ayrıca, Sartre Hegel’in de vurguladığı gibi, sanat yapıtları “kendilerini yaratan görgül kişiliğe ne denli az saplanıp kalırsa, düzeyleri o denli yükselir” ilkesi Sartre’a da uzak değildir. Durkheim’ın söyleyişiyle, “yazınsal sanat yapıtını bir ‘fait social’ diye adlandırmak” suretiyle, Sartre, “istemeden” yazarın salt “öznel ereğinin nüfuz edemeyeceği, en derin kolektif nesnelliği” dile getirir. Bundan dolayı, Sartre angajmanı, “yazarın ereğine değil, onun insan olmasına bağlar.” Fakat bu belirleme uyarınca angajman “her hangi bir insan yapıtına ve davranış tarzlarına olan her türlü mesafeyi” yitirir. Sartre’a göre, yazar “angaje olmalıdır”; öte yandan, yazar “bundan zaten kaçınamaz”; bu yüzden de buradan bir “program” çıkarımlanamaz.
Sartre’ın angaje olduğu angajman konsepti zayıftır
Adorno açısından yazarın içine girdiği “yükümlülük”, angajmandan da ötedir; çünkü yazarın yükümlülüğü, “karar” değil, “konu” yükümlülüğüdür. Sartre, Adorno’nun savlamasına göre, diyalektikten söz etmekte; ancak onun “öznelciliği, öznenin kendisini dışsallaştırdığı ve kendisini özne durumuna getiren belirli başkayı/yabancıyı çok az kaydetmekte ve her türlü yazınsal somutlaştırımı donma olarak görmektedir.”
Ayrıca, Sartre “kurtarmak istediği katıksız dolaysızlığı ve kendiliğindenliği, bunların karşıtı olan hiçbir şeyde belirginleştirmediği için”, saf dolaysızlık veya kendiliğindenlik bozularak “ikinci bir şeyleşmeye” dönüşmektedir. Sartre, dramayı ve romanı salt “açığa vurum”un ötesine taşıyabilmek için, “oluşturunun/yapıtın diyalektiğinden ve anlatımından yoksun bir nesnellikten”, “kendi öz felsefesinden” destek ummak zorunda kalmaktadır.
Adorno’un anlatımıyla, Sartre’ın “estetik biçimlerin evriminin gerisinde kalan” tiyatro oyunları, “yazarın söylemek istediği şeyin aracıdırlar.” Bunlar “geleneksel entrika” ile işlem yapmakta ve bunu “kesintisiz bir tanrısal güven duyulan ve sanat tarafından gerçekliğe aktarılması gereken imlemlere” yükseltmektedir. Öte yandan, “resimlenen veya dillendirilen savlar; anlatımı, Sartre’ın kendi dramatik anlayışını motife eden devinimi örnek olarak istismar etmekte ve böylece kendilerini olumsuzlamaktadır.”
Sartre’ın yaklaşımı, “isyan ettiği cehennemi tanımasını engellemektedir.” Onun dile getirdiği “bazı parolaları”, “ölümcül düşmanları da” dile getirebilir. Sadece kararın söz konusu olması, nasyonal sosyalist “sadece kurban/özveri, bizi özgürleştirir” sözüyle örtüşmektedir. Sartre’ın “angaje olduğu angajman konseptindeki zayıflık” ortaya çıkmaktadır.
Brecht, angajman konusunda Sartre’ı geride bırakmıştır
Adorno’nun değerlendirmesine göre, “Ana” ve “Önlem” gibi bazı oyunlarının dramatize edilmesinde “partiyi yücelten” Brecht de kuramsal yazılarında “mesafeli, düşünen, deney yapan, duyumsama ve özdeşleşme yanılsamasının karşıtı olan” bir tavrı öne çıkarır. “Johanna”dan sonra Brecht tiyatrosu, angajman konusunda Sartre’ı bile geride bırakmıştır; ancak Brecht bunu daha “tutarlı” olarak “biçim yasası”na, bir başka deyişle, “dramatik kişinin geleneksel kavramını devre dışı bırakan didaktik şiir yasasına” yükseltmiştir. Toplumsal yaşamın “yüzeyinin”, diyesi, “tüketim alanının”, bireylerin “psikolojik motivasyonlu eylemleri” de bunlara dâhildir. Brecht bunların “toplumun özünü gizlediğini” görmüştür. Değiş-tokuş yasası gereği, bu öz “soyuttur.”
Brecht, “estetik bireyleştirimden” daha fazla “ideolojiye güvenir. Toplumsal “özsüzlüğü”, diyesi, “kötülüğü” tiyatroda görülürleşmesinin nedeni budur. Onun yapıtlarında insanlar sahnede küçülerek “sosyal süreçlerin ve işlevlerin ajanlarına” dönüşür. Brecht, Sartre gibi, “yaşayan bireyler ile toplumsal özün özdeşliğini, hatta saltık özerkliğini” varsaymaz; ancak “politik hakikat” yüzünden yaptığı “estetik indirgeme süreci” bunun önüne geçer. Sanatsal bakımdan kendisini “yabancılaştırıcı çocukluk” olarak meşrulaştıran şey, “kuramsal ve toplumsal bakımdan geçerlilik savladığında çocuksuluğa” dönüşür.
Brecht “imgede” kapitalizmin kendi başınalığını yakalamak istemiştir; bu yönden amacı “olgulara/gerçeklere uygun” düşmüştür. Bu ünlü tiyatro adamı, Adorno’nun anlatımıyla,“Stalinci teröre karşı gizlediği şey açısından gerçekçiydi.” Öte yandan, söz konusu “özü”, “adeta imgesiz, kör ve imlerden uzak” şekilde “bildirimi yüzünden özürlü duruma gelen yaşamda” aktarmayı mutlaka reddederdi; fakat bu ona “kesin olarak amaçlanan şeyin kuramsal bakımdan doğruluğu yükümlülüğünü” yüklerdi.
Adorno’ya göre sanatta yanlılık sorunu II>>>
Adorno’ya göre sanatta yanlılık sorunu III>>>
[1] Theodor ADORNO: “Engagement”; içinde: “Noten zur Literatur”; Teil III, Wissenschaftliche Buchgesellschaft; Band 11, Darmstadt 1997, s. 409- 430
Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (30 Eylül 2015)