Deniz Teyze, iki çouğunun babasıyla evlenmemiş, sırf bu nedenle maddi durumu oldukça yerinde olan babası tarafından evlatlıktan reddedilmiş ve gençliğindeki bütün o şaşaalı hayata hiç sahip olmamışçasına iki çocuğuna terzilik yaparak bakmaya çalışan bir kadındı. Her akşam işten eve gelip iki duble rakısını içmeden uyuyamayan Leyla Teyze’nin aksine alkol alışkanlığı yoktu fakat o akşam sanırım yaşının ve yaşadıklarının biriktirdiği hüzünle Leyla Teyze’ye eşlik etmek istemişti. Ben de annemin yanımızda olmamasının verdiği hüzünle karışık huzurla tekliflerini elbette geri çevirmedim.
Annemin arkadaşlarına hep çok şaşırmışımdır. Babamla, çocuklarıyla, kardeşleriyle, ebeveynleriyle, komşularıyla kurduğu ilişkilerde sorunsuz bir aile ve eş-dost yaşantısına sahiptir, dramları asla trajediye dönüşmemiş, zorluklar elbette çekmiş ama hiçbir zaman hayatı elinden bırakmamış bir kadındır. Arkadaşları ise aksine, sanki hayatının bu görünen pürüzsüz yüzünün altında kalan tüm sıkıntılarını ve acılarının vücut bulmuş hali gibidir. Bu nedenle onlarla vakit geçirmekten gizli bir haz alırım. Sanki annemin bizlerden sakladığı yanına sızmış gibi hissederim ve bu şekilde anneme daha da yakınlaşırım.
Gül bize pek anlatmazdı babasını, sadece Avrupa’da olduğunu düşündüğümüz bir ülkede çalıştığını ve ara sıra Türkiye’ye çocuklarını ve eşlerini ziyarete geldiğini bilirdik. Bayramları, doğum günlerini, cenazeleri, düğünleri kaçırmamaya dikkat ederdi. Yüzünü sadece Gül’ün bana kalmaya geldiğinde cüzdanından düşürdüğü fotoğrafta görmüştüm. Mavi gözlü, geniş omuzlu bir adamdı. Belki geniş omuzlu bile değildi, vesikalık çektireceği için giydiği ceket omuzlarını geniş göstermişti. Her ziyaretinden iki ay öncesinde Gül heyecanlanmaya, sürekli “babam gelecek” demeye başlar; ama babası gelip gittikten sonra sessizleşir, konuşmazdı. Biz de babasının gitmesini istemediğinden öyle yaptığını düşünürdük.
Deniz Teyze, Gül’ün ve Engin’in babasıyla tanıştığında, ailelerine ait olan bir tekstil fabrikasında, şimdinin genel müdürlük olarak adlandırılan işini yapıyormuş. Farklı şehirlere yeni şubeler açmaya hazırlanıyorlar, bunun için ise sürekli seyahat ediyorlarmış. İstanbul seyahatinde tanışmış çocuklarının babasıyla ve tanıştkları an, şube açılana kadar İstanbul’da kalmaya karar vermiş. Yaklaşık 8 ay boyunca tek bir geceleri ayrı geçmemiş, her şey olağanüstü romantik ve doğru gözüküyormuş. Leyla Teyze çok ısrar etse de bu 8 ayın nasıl geçtiğiyle ilgili çok detay vermedi, çünkü onun için hikaye birlikte geçirdikleri 8 ay değildi, hamile olduğunu ve çocuğunun babasının evli olduğunu öğrendiği akşamdan günümüze kadar gelen zamandı.
Karnında Gül ile, intihar etmeye çalışmış. Yapamamış. O yüzden kızının adını da Gül koymuş zaten. Annemlerin kuşağının böyle bir düşünce tutumu varmış. Ben de kış ayında doğdum diye annem adımı Bahar koymuş. “Ben yapamadım, çocuğum yapsın”.
Gül 5 yaşına gelene kadar hiç görmemiş babasını. İlk kez çocuğunu gördükten sonra sık sık ziyaret etmeye başlamış Antalya’yı. Her geldiğinde hediyeler getirmiş çocuğuna, gezmeye götürmüş, oyunlar oynamış. Gül büyüdükçe baba hasreti çekmeye başlamış. Akşamları sürekli babasını sormuş ama yine de annesiyle babasının hiç evlenmediğini, babasının evli olduğu eşinden 4 tane daha çocuğu olduğunu, babalarının mezarı başında Engin’le sarılmış ağlarken yanlarına gelen bir kadından öğrenmiş.
O günü, bir de Deniz Teyze’den dinlemek benim için çok zor oldu. Çünkü zaten trajediye birinci dereceden şahit olmuştum, şimdi bir kez daha aynı günü yaşamak istememek bencilceydi ama ne yapayım, acı çekiyordum.
Ben üniversitede ilk yılımı bitirdiğimde, Gül, Güzel Sanatlar sınavlarına hazırlanıyordu. Kafasında girmeyi istediği bölüm ve okul bir türlü netleşmediği için birden fazla okulun, birden fazla sınavına girecekti. Ben İstanbul’da bir okula yerleşmesini çok istiyordum çünkü alıştığım hayattan çok uzak bir şehirde tek başıma yaşıyordum, arkadaş edinememiştim, gün içinde “pardon sandalye boşsa alabilir miyim?”den ileri giden iletişimler kurmuyordum. Benim yanıma taşınırdı, sabahları kahvaltı yapardık, Beşiktaş’a geçerdik, birer bira alıp eve dönerdik…
Mimar Sinan’ın sınavından 5 gün önce, beraber Antalya’dan İstanbul’a bilet aldık. Bir iki gün erken gidip, benim evimde kalıp, sabah da sınava beraber gidecektik. Fakat biletleri almamızın üzerinden belki yarım saat bile geçmeden Deniz Teyze aradı. Gül’ün babası gelecek, bizi İstanbul’a kendisi götürecek, sınav sabahı da Gül’ün yanında olacakmış. Hayatımda, çocukluğumdan beri tanıdığım arkadaşımın yüzünde, o an gördüğümden daha büyük bir mutluluk görmedim.
Biletleri iade edip eve döndük. Antalya’ya kendi arabasıyla geliyormuş ve yaklaşık bir buçuk günü bulacağını tahmin ettiğimizden ben de eve döndüm. Ertesi gün uyandım ve daha fazla eşya götürebilmek için büyük çanta aradım evde. Ne ben bulabiliyordum, ne annem, ne babam ne kardeşim. Evimizdeki onlarca büyük el çantasından, sırt çantasından, valizden bir tane daha bulamıyorduk biraz daha eşya alayım yanıma… Kaneperin altına, sandalyelerin arkasına, vitrinlerin diplerine hızlıca bakıyorduk. Bir an önce hazır olmalıydım artık.
Telefon çaldı. Ev halkı olarak evde var olduğunu bildiğimiz bir şeyi bulamıyorduk ve artık sinirlerimiz bozulmuş, birbirimize bağırıp duruyorduk. Babam bana bağırdı telefonu aç diye, ben kardeşime, kardeşim anneme, annem geri bana bağırdı. Sinirle kaldırdım ahizeyi. Çok sinirliydim çünkü bir saat içinde yola çıkacaktık ve ben zaten var ve dolu olan valizime ek bir valiz arayıp bulamıyordum.
“Alo.”
“Bahar, ben Duygu. Gül’ün babası kaza yapmış biz annemle hastaneye geçiyoruz.”
Apar topar çıktık evden. Hastaneye nasıl vardığımızı bile hatırlamıyorum. Leyla Teyze ve Duygu, Deniz Teyze’nin iki yanında koluna girmiş duruyorlardı. Engin bir bankta oturmuş saatine bakıyordu. Gözlerim Gül’ü ararken Acil Servis’te, aşağı katlardan bir çığlık duydum:
“Babaa!”
Nurhabar Usta – edebiyathaber.net (24 Ekim 2015)