Yaşama kavşağı demeli gelip durduğumuz bu yere. Şimdi, yaşadığımız şu âna bakarken gördüklerimiz tedirgin bir yalnızlığa sürüklüyor her birimizi. Susan, içe çekilen, umursamaz görünen, alışkanlıklarını sürdüren herkes kaygılı sorularla/bakışlarla yol alıyor.
Tam bu dönemeçte, daha o kavşağa varmadan; karşıma çıkıyor “Küçük <g> Adında Biri” anlatısıyla Güney Dal. Giderek kabuk bağlayan, olup bitenler karşısında sinip kalan insanın “ne olduğu”na dair bir anlatı aslında bu.
Dal, yayımlamam için dosyayı önüme koyduğunda (ki, 2003’te Dünya Kitapları’nda yayımlandı bu roman), nasıl bir anlatıyla karşılaşacağımı merak ediyordum. Ondan en son okuduğum kitap “Kılları Yolunmuş Maymun” (1988) başlı başına bir ironiydi yaşadığımız çağa dair. İnsanın hiçlenme serüvenini bu denli sarsıcı anlatan bir romanımız daha yok. Özellikle de kurgusuyla okuru/nu şaşırtan bir anlatıcı, Dal. Anlatısında Batı ve Doğu arasında sıkışıp kalmışlığın sızısı/eleştirisi, olamama halinin yansılarıyla iç içi verilir. Anlatıcı, bir iç sesle de romanını yazmaya çalışır o dar zamanında. Gördüğü ve ötelediği anın hem içindedir hem de dışında. Yaşamdaki ikilemler, insanı dönüştüren yerin/mekânın belirleyiciliği yer yer romana da yansır.
Güney Dal, burada, romana/roman yazmaya, romancıya dair ettiği sözlerle o hiçlenmenin ötedeki boyutunu da anlatır bize. Bir bakıma da, uzunca süredir pusulasını yitirmiş bir anlatı türünün günümüzde nasıl bir ırmakta aktığını, akması gerektiğini de hatırlatır:
“-Roman yazarı, dün olduğu gibi bugün de kendi ‘benmerkezi’nden yola çıkarak roman yazmayı sürdürmekti. Bu temel taşta değişiklik olmuş değil. Yalnızca, dış dünyanın ‘gerçeği’ romanın ‘gerçeği’ arasındaki sınır eski kalın kaba çizgisini iyice yitirdi. Günümüzde artık gitgide daha ince çizgilerle belirtilmeye çalışılmakta bu sınır. Öyle ki, ille de sınırı bulmak gerekiyorsa, kodexlere başvurmak zorunluluğu bile duyuluyor. Kendi içinde kendi yasaları olan dünyalar şimdiki bazı romanlar…Okuyucu bu romanları okurken, bu dünyalara girerken belirli anahtarları, belirli kodları kullanmasını, çözmesini bilmesi gerekiyor. İşte bu yüzden de dil, giderek araç olmaktan çıktı bazı romanlarda anaç haline dönüştü… ‘Dil kendi içinde bir gerçekliktir. Onu anlattığı, tanımladığı nesnelerle sınamaya sokmak doğru değildir’ deniliyor. Bu yüzden de, kendi içinde bir gerçeklik olan dil, kendi içinde bir gerçekliğin savını sürdüren romanın uyruğuna kolay kolay girmek istemiyor artık…”
Edebiyatta bir “ben” bakışı/ “benlik” yorumu egemenken, pusulası olmayan bir anlatıcının nerelere/nasıl sürüklenebileceğini de hatırlatıyordu bize Güney Dal bu romanıyla.
Onun anlatıcılığını bilen, izleyen biri olarak; daha o gün, bu anlatısının izini sürmeye başlamıştım.
İçinden geçtiğimiz zamana, insanın giderek nasıl hiçleştiğine dönük ironik bakışı sarsalayıcıydı.
Güney Dal, görünmeyen/kendini göstermeyen bir yazardır. Onun “İş Sürgünleri”yle başlayan (1976) yazı serüveni “Küçük <g> Adında Biri”yle benzersiz bir kıyıya varıyor.
Öyle ki; Dal, bu kez toplumsal yarılma/ çözülme öyküsünü hiçleşen bireyin, “küçük g”nin üzerinden anlatıyordu. Sürüklenen bir toplum, sürüleşen bir hayat; yaşanan değişimin izlerini onun anlatısına taşıyordu.
“Acı alay”ve ironi vardır Güney Dal’ın anlatısında.
Aradan geçen şunca zaman sonra dönüp okuduğumda; Dal’ın, 2015 Türkiyesi’ni daha o günlerden anlatmaya başladığını hissettim demeliyim.
“Ukalalar için”
Tam da o günlerde, Berlin’den, Güney Dal’dan bir mektup almıştım. Mektubun yanında Almanca bir kitap (“Synchronopse der Weltliteratur”) ve sözünü ettiği başka bir kitaptan da (“Latein für Angeber”, Gerald Drews) örnekleyici/bilgilendirici kısa bir çeviri vardı.
Hatırlarım, ara ara, onunla konuşmalarımızda pusulasını yitiren edebiyatın açmazlarından söz ederdik. Dal’ın, “Ukalalar İçin” adını vererek yaptığı bu örnek çeviriye göz atınca; tam da günümüzün kültür/yaşama ortamına dönük sözlerle/aforizmalarla bezeli bir kitapla karşı karşıya olduğumu gözledim. On bir bölümlük kitap aşk, hayat/yaşama tarzı, lezzet, yükselmek, öğrenmek, para kazanmak, insanlık, siyaset, dindarlık, yanılgılarımız, inandırıcılık…gibi konuları içeriyor. Önce Latincesi, sonra da sözün özcesi:
“Dou quum faciunt idem, non est idem”
-İki kişi aynı şeyi yapıyorlarsa, yapılan aynı değildir./ Bakın bir de siz kontrol edin. Hak vereceksiniz.” (Güney Dal, söyleyişiyle)
Dal, mektubunda şunları yazmıştı:
“…Sözünü ettiğim ‘paralel zamanlı dünya edebiyatı’ dile çevrilebilecek, ‘Synchronopse’yi gönderiyorum.
Benim 15 yıla yakındır elimin altında bir nevi ‘edebiyat pusulası’ gibi tuttuğum kitabın yarar ve güzelliğini anlatmama gerek yok sanırım. Ne yazık ki 1980 yılından, yani birinci baskısından sonra yeniden basılıp tazelenmemiş kitap. Yine de parlaklığında, özgünlüğünden bir şey yitirmiş değil! Bu mantıkla hazırlanmış ‘İkinci Dünya Savaşı’, ‘Tekniğin Tarihi’ gibi örnekleri de varmış kitabın, ben görmedim. Çevirisi ve yayını türkçemiz için büyük, sağlıklı, sevimli bir katkı olur sanırım.”
Sanırım pusulasız edebiyatın nereye vardığını görmek için önce bu tarz kitapları okumak, sonra da yazmak gerekecek!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (27 Ekim 2015)