1./ İlk izlerden sonra
Bu her dem belleğimizdeki bir izdir. Okul çağı. Hem gitmeyi anlatır, hem de bırakılmayı. Ardından kendi başına yol almanın öğretileri gelip gelip bulur sizi. Zor zamanlar demeden oyuna ve öğrenmeye verirsiniz kendinizi.
Sanırım, karşınıza çıkan her nesne, söz, insan, sözcük, resim ve işaretler o küçük dünyanızı adım adım genişletir. Sınırları aşarak yol alabilmenin büyüsüne kapılırsınız. Tüm bunlardan geçebilmek için büyüme çağını beklemeniz gerekmiyor! Okumayı öğrenmek sizi yalnızlıktan kurtardığı gibi, oyunun ve sokağın da başka bir yanını keşfe yöneltiyor. Onlardan kopabilmenize daha vardır. Biraz erginlik, biraz karşı cinsi tanıma… İlk aşk öncesi bir duygu durumudur bu da. Tenin ve bedenin keşfine gidilecek kapıları açabilmek için koşulsuz gerekli olan! Bedenin bir hapishane olmadığını anlatan bir bakışa erişene değin bu böyledir. Yoksa sizi tutsak alan her şey korkularınızı da büyütür.
Kendi zamanından geçmek kadar bunu kurmak da önemlidir.
2./ Bakışlarda anlatılan
Anlatılanlara dönük ilk izleri taşıyan bakışlarla bakandır o çocuk. Okumayı söktüğü yıllar onu başka bir eşiğe taşımıştır. Öyle ki, giyim kuşamına özen göstermeyi, defter kalem taşımayı, okuduklarına dair küçük küçük notlar yazmayı öğrenmiştir artık. Okuma ve yazı ona hayatının ilk ve tek armağanıdır belki de. Bunu ise çok sonraları anlayacaktır. İlk aşkıyla terk ettiği kentini yıllar sonra, yüzüm özleminle solacak diye anarak yazacaktır her ikisine dair. Ötede ise, bir resmin arabı gibi duran fotoğrafa bakarak ya evimsin ya da yurdum diyerek yazmaya başlayacaktır o günlerin gölgesinde geçen her şeyi. O çocuğu taşıyor kalbim her yere. Gözlerinde gözlerim, sevincinde sevincim, kederinde kederim var; biliyorum bunu.
3./ Taşıyan günün seyri
Taşıyan gündür, zamandır, bir okudukça yazılan; yazdıkça okunanlardır. Ben bu çocuğun ilkgençlik heyecanlarına tanıktım bir zamanlar. Kaleme düşkündü o, kâğıtlara tutkusunu anlatmaya söz yetmezdi. Çizgilerle yol alırdı her sabah. Gecesi gecemdi, düşleri düşlerim. Bir “deli” adam çıkmıştı karşısına çocuk yüreğinin. “Kızıl mı kızıl” derlerdi de ona. Oysa elleri gözlerinize değerdi, gözleri evrenin ışığını taşırdı size. Bir “atölye” kurma fikrini ondan kapmıştın. Daha birçok şey gibi. Goya, Bruguel, Van Gogh, Chagall ve daha niceleri gelip renkleri çizgileriyle sarmalaşmıştı seni o yaşlarında. Puşkin, Gogol, Çehov adeta sırdaşınızdı. Platon ne dedi, Sokrates neden baldırana kurban edildi, Galileo niçin vazgeçti derdiniz olmuştu işte o günlerde. Ben, onun, bu masadaki heyecanına da tanık oldum. Bir zaman düşünde yaşamayı öğrendik o “kızıl” adamdan.
4./ Bir masanız olmalı
“Artık bir masan olmalı,” dediği gün babam; kendi eliyle bunu yapıp kurduğu kitaplığımın yanı başına yerleştirmişti. İşte o çocuk nereye giderse gitsin, gözü masada eli kalem ve kâğıttaydı.
“Bir masanız olmalı,” derdim sık sık öğrencilerime. Eklerdim de:
“Napolyon bütün savaşlarını önce masada kazanmıştı!”
İnandırıcı bir söz olmalıydı aramızda. Aşılamaya inanırdım çünkü.
Şimdi, o çocuğun ömrüne bakıyorum da; ne ırmaklar akıyor aramızda… Hayatının armağanı olan okumada, yazıda büyüyen bir kalbin yeryüzüne nasıl dağıldığını görüyorum. Sizin okuduğunuz kitapları onun bahanesidir aslında. Çünkü yazıda yaşam/yaşamda yazı bir düş değil, gerçek. Ama her dem hayatı ölümü karşı savunmak için yaşamın günbegün izinde olmak yolculuğudur bu onun için.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (17 Kasım 2015)