Hayat, “Kış, kış olalı böyle soğuk görülmedi.” denilecek bir kış günü dünyaya geldi. Dört yanı hastane, üstelik de başkent olan bir şehrin, en üvey yönünde, Çinçin’ de doktorsuz, ebesiz doğdu.
Hayat’ın annesinin adı “Havva” olmasa da nüfus cüzdanının baba hanesine “Âdem” yazıldı. Âdemle Havva kadar çıplak olacağı bir ortama doğduğundan habersiz, aç, yorgun, şaşkın gözlerle etrafına bakmaya çalışıyordu. Aldığı ilk koku, annesi gibi feleğin çemberinden fenâ geçmiş bir kadının kokusuydu. Binbir günahın taşıyıcısı bu gözler; şefkat, merhamet, acı, acıma dolu bakışlarını bebekten esirgemedi. Hayat, onaltısındayken de ona, aynı acı ve acıma duygusuyla baktı. Şefkat ve merhamet, yerini umuda bırakmış; “ananın yazgısı kıza” zihniyetiyle körpe bedenden gelecek ekmek parası gözlenir olmuştu.
Hayat’ın annesi Nuriye, kızının başka bir hayatın içinde olmasını umut ederek koyduğu “Hayat” adını söylerken bile “hayat kadınlarının” düşkün yaşamları geçiyordu gözlerinin önünden. Başka türlüsü mümkün müydü? Yıllarca, “Allah Allah” deyip el açtığı Tanrı’dan kızının bu çöplükten kurtulmasını diledi. En güzel çiçeklerin çöplükte açması gibi Hayat serpilip güzelleştikçe kızıyla birlikte korkusu da büyüdü. Kendisinin kurtulması için de onca yakarışının boşa gittiğini düşünüp artık yalvarıp yakarmaktan vazgeçti. Şimdi tek muradı, bu pisliğin içinde de olsa kızını kollayacak birine emanet etmekti. Emanetinin, kendisinin koruduğu gibi korunmayacağını biliyordu. Ezileceğini, hırpalanacağını, horlanacağını da…
Kızının yaşamasıydı tek derdi. Bu çöplükte kızını kiminle muhatap etse, o kişi zaten içkide sınır tanımayan, ağzı bozuk, elinin ayarı olmayan biri olacaktı. Kim bir hayat kadınıyla dünür olmak isterdi ki? Ah bildi, bildi de dayanamadı kızının hasretine. Kendisi gibi Hayat’ın da kimsesizler yurdunun duvarlarını gözyaşıyla yeşertmesini istemedi. Gerçi onu da bu yangının ortasına atan o yurt görevlisi vicdansızlar değil miydi?
“Ziyaretçin var!” deyip kendileri için odalara kapattıkları yetmedi, bir de “çarşı izni” deyip bekâr evlerinde pazarladılar. Hayat için bir umudu vardı. Bu gittikçe sönen bir umut olsa da denemeye değerdi. Geçimini etini satarak kazanan bir kadının oğlu pekâlâ bir damat olabilirdi. Huriye karısı, yüzüne bakılmaz hâle gelene kadar o işlerle uğraşıp kırkından sonra doğurduğu piçini yatılı okullarda okuttu. Okumuş da ne olmuş; diploma, orospu çocuğu damgasını siler mi? Ne çocuğu olduğunu, kendi unutsa bile ona hatırlatan birileri mutlaka çıkar.
Hayat’a, beş aylık hamileyken ebe kürtaj edeydi, iyiydi. Ben bildim böyle olacağını. Bir yıla varmaz, ötmedik horoz kalmaz buralarda. Horozlanan horozlanana. Kan çıkar alimallah. Hayat, bu kaba saba hayatın içinde her an kırılabilir bir ışkın gibi. Kızın aklı daha ergen; tek derdi, güzel giyinip güzel görünmek. Yaşarken hiç geçmez sanılan yıllar ne de çabuk geçti. Onca yıl, o pis kokan, kaba, hayvandan farksız insan müsveddelerine katlanmak… Bir de bu iğrenç hayatı, aynı iğrençlikleri yaşamasını istemediğin, nasıl koruyacağını da bilemediğin körpecik bir kıza bulaştırmadan yaşamak. Ama nasıl?
Hayat gelir içeri. Yüzünde hortlak görmüşlerin hâli. Ana, deyip yıkılır orta yere. Hıçkırığı çıkamaz boğazından. Hayat, hayatın tokadını yemiş belli. Saçı başı perişan, üstü başı kan… Yavrum, kuzum diye içine içine inler anası. Oysa yıkmak ister dünyayı. Omuzları düşer ananın, akmaz olur gözyaşı. Kızının güvercin ürkekliğindeki bedenine, kefenli bedene sarılır gibi sarılır. Başını bastırır göğsüne. Ağla kızım, ağla yavrum; kınanı yakmış kaderin, ağla! der. Dese de kendi de ağlayamaz; ta içine akıtır gözyaşını.
Nuriye, Hayat’ı öylece bırakıp kızı, onsekizine girene kadar ona kimseyi iliştirmeyeceği sözünün alındığı beye gider. Herkes “bey” der ona. Babası da beymiş; onun babası ağa… Toptan, pezevenk sülâlesinin, son Selim’i gâvur… Bey, sanki oğlu, ufak, önemsiz bir yaramazlık etmiş gibi, “Bizim ortanca oğlan yapmış, hergele…” der.
Derken bile yavşaktır. “Sırada ben varım.” sırıtışıyla yüreği kavrulan ananın önüne, bir deste para atar. Kadın, yılların alışkanlığı ve çaresizliğiyle parayı alıp sessizce evine döner.
Hayat, banyoda yıkanıp çıkmış. Islak saçlarıyla oynamakta. Sanki üstünde, hep beklediği bir rolü oynamanın, belki de korkusuyla yüzleşmenin cesareti var. O çekingen hâli uçmuş gitmiş. Adımları bile daha geniş, yere basışı sağlam. Neresinde saklamış yıllarca bu küstahlığı? Soğukkanlılığı kan dondurucu. Ayağına sürtünüp her zamanki şefkati bekleyen beyaz kedisi Minnoş’a tekme savuracak kadar acımasız. Neye uğradığını bilemeyen hayvan, acı acı miyavlayıp mutfağa kendini zor atar..
Ana-kızın bundan sonraki günleri hep kavgalı geçiyor. O, melek huylu kız buharlaşmış da yerine şeytanı bırakmış gibi davranıyor. Nuriye ne kadar alttan alırsa Hayat bir o kadar canına okuyor. Bir gün, anasının yüzüne, kendisini ilk satanın anası olduğu gerçeğini bildiğini haykırıyor ve akşam beden işçiliğine gidiyor. Sabaha karşı eve gelen Hayat, anasını, yatağında ölü buluyor. Mevtanın, parmağındaki yüzüğü, tek bileziğini, küpelerini, olan parayı alıp karanlık sokakta kayboluyor.
Yıllar sonra medyada, beş yıldızlı bir otelin balkonundan, adı Hayat, takma adı Aysu olan bir kadının düştüğü haberi yer alıyor ancak odayı kiralayanın kimliği (“Bey”takma adlı, milletvekili olduğu) saklı tutuluyor. Olayı medyaya sızdıran gazeteci işinden atılıyor.
Hülya Apaydın – edebiyathaber.net (25 Kasım 2015)