Ertesi gün aynı kahvede oturmuş, eski havadisleri okuyordum. Bir gün önce son dülger balığını alan adam geldi biraz çekingen. “Selamın Aleyküm” diyerek geçti karşıma oturdu.
“Abi sabah sabah başını ağrıtıcam ama,” dedi. “Senin için şair adamdır derler. İnsan ruhundan anlar derler. Dün bir şey geldi başıma. Başkasına anlatsam güler. İki dülgeri de aldım gittim eve. Ayıklayıp çorba yapıcam. Bekar adamız, evde güzel bir hanımımız yok ki yapsın sıcak sıcak koysun önümüze. İlkini güzelce temizledim, içini çıkardım, yüzgeçlerini dikenlerini ayıkladım, derisini soyup çıkardım, parçalayıp suyun içine attım. Diğerini aldım elime. Yine içini temizledim, organlarını boşalttım hayvanın. Dikenleri, kuyruğu aldım. Derisini soyup atıcam, benek yerlerinde yapışıp kaldı. Mümkün değil çıkaramıyorum. Soyamadım bari keseyim o parçayı etiyle birlikte, o kadarı da çöpe gitsin, n’apalım dedim. Uğraştım kesilmiyor da. Tüm deri çıktı, benekler çıkmıyor. Sonra tuhaf şey, içime bir sıkıntı geldi çöktü. Gitmek bilmez. Bir yalnızlık hissi. Bir çaresizlik. Önce rahmetli anamı özledim. Burnumda tüttü bir süre. Sonra aldı beni bir ağlama. Dülger önümde bir benekleri hariç soyulmuş duruyor. Ben balığa bakıyorum balık da bana bakıyormuş gibi geliyor. Hüngür hüngür, sübyanlar gibi ağlıyorum. Çorbayı pişirip yemek şöyle dursun, tümden kesildi gitti iştahım. Kusura bakma abi şaşırdım kaldım. Ne olduğunu çözemedim. Bir tuhaf şey…”
“Tuhaf şey “ dedim. Dün ırıptan olmayan sekizinci adam balığı almak üzere eğilmişken dülgere fısıldamış olabilir miydi?
Emine Akman – edebiyathaber.net (10 Aralık 2015)