Stefan Zweıg ve Frederike Zweıg (1912-1942) arasında gidip gelen mektuplar, yaşadığımız çağa kalan bir zenginlik niteliğinde.
Mektuplaşma ihtiyacı, insanlığın kaybettiği değerli eylemlerden biri olarak bugün artık toprağa gömülmüş bulunuyor. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarında iyice can çekişen mektuplaşmanın, içinde bulunduğumuz çağın ilk on beş yılında nostalji haline gelmesi hazin bir durum sergiliyor. Zira kağıt ve kalemi gereksinen mektuplaşma ihtiyacı, iletişim teknolojisinin tüm gelişmişliğine rağmen eksikliğini sürekli hissettiriyor. Bir kere altını çizelim; sanal ortamlara yazılan sözler uçsa da, kağıtların üzerindeki yazı kalıyor.
Bu yüzden, Stefan Zweıg ve Frederike Zweıg (1912-1942) arasında gidip gelen mektuplar, yaşadığımız çağa kalan bir zenginlik niteliğinde. Stefan Zweıg’ın, Frederike’yle tanıştığı andan itibaren birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşan Mektuplaşmalar, hem bir edebiyat, hem de tarihsel metin özelliğini taşıyor. Tabii, söz konusu mektuplaşmalara otobiyografik bir nitelik de atfetmek de mümkün. Zira Gerek Zweıg’ın, gerekse Frederike’nin birbirlerine yazdıkları mektuplarda, iç dünyaların dökümü, yakın çevreden başlayarak dışa doğru gelişen alanlardan kaynaklı sorunlar dile gelmiyor sadece, dönemin sosyo-kültürel, siyasi, ekonomik atmosferiyle ilgili bilgi de öne çıkıyor.
Mektuplar ve toplumsal roller
Sadece bu kadar değil tabii ki, Zweıg’ın eserlerinin izdüşümü, onun ruhsal dünyasına girdiğimiz mektuplarında gizleniyor. Yazarın eserleriyle mektuplarını yan yana koyduğumuzda ise, mektuplar için çok özel bir zaman ayırma durumu daha ağır basıyor. Zira kurgulanarak tamamlanmış bir metin son sözü söylerken, mektuplar cevap bekliyor. En önemlisi de, Zweıg ile eşi Frederike arasında otuz yılı kapsayan mektuplardan oluşan metin, okuyucuyla yazarı arasında eşitlik kurarken, aynı zamanda bu eşitlik zemini, her iki tarafı da ortak insanlık halleriyle buluşturuyor. Mektuplaşmalar, bu yüzden çok önemli. Şöyle ki, sıradan davranışlar(ımız), korkular(ımız), kaygılar(ımız), eksiklikler(imiz), sevinçler(imiz), ihtiyaçlar(ımız)… mektuplarda dile gelirken, toplumsal roller(imiz) de arka planda kalıyor.
Tabii, mektuplaşmanın toplumsal rollerle benlik arasında oluşan gerilimden sıyrılıp, insanın kendi olduğu halini yansıtarak -nispeten- bir sağaltım sağladığını düşünmekte fayda var. Zweıg de bir yazardan çok her insan gibi, çalışmalarıyla ilgili tasalarını, ailesiyle ilişkilerinde öne çıkan meselelerini, zorunluluklarını, yolculuklarını, parasal ihtiyaçlarını… mektuplarla dile getirdiğinden, okuyucu açısından onu daha dolaysız tanıma olanağının önü de açılmış oluyor. Böylelikle Frederike’nin yazdıklarıyla, Zweıg’ın yazdıkları birbirleriyle bütünleşirken, karşımıza bir dönemin dünyası çıkıyor.
Petropolis’te son bulan yolculuk
Ancak o dünyada savaş (II. Dünya) kapıları bütün gücüyle çalıyor. Hatta Zweig’in kapısını daha hızlı ve keskin çalıyor. Dolayısıyla da yazarı hayatını tüm birikimleriyle inşa ettiği (Avusturya) yerden çekip atarak, Petropolis’e fırlatıyor. Zweıg (Brezilya) Petropolis’e gelmeden önce, savaşın izleyeceği rotayla birlikte neden olacağı büyük yıkımı, iç görü ve bilgisiyle kavrıyor. Bu yüzden herkesten çok kaygı duyup, herkesten çok umutsuzluğa kapılmakta haklı çıkıyor. Zira gelişmeler Zweıg’ı hiç de yanıltmıyor. Tüm birikimlerine el konulmuş biri olarak Petropolis’e ikinci eşi Lotte’yla yerleşen Zweıg’dan geriye ise, kendi deyimiyle bir hiçbir şey kalmıyor. “New York’ta sanatın sana arada sırada da olsa bir şeyler vereceğini ümit ederim. Benim ise burada doğadan ve kitaplardan, sürekli, hep yeni baştan okuduğum eski iyi kitaplardan başka hiçbir şeyim yok…”
Mektuplaşmalar’da, yaşadığımız döneme denk düşen durumların metnin önemini daha da artırdığını söylemeye gerek var mı? Savaş, -onu çıkaran baş aktörler hariç- herkesin hayatını paramparça ediyor. Savaş, hiçbir değer tanımadığı gibi, büyük emek ve zaman verilerek inşa edilmiş tüm yaşam alanlarını çölleştiriyor. Tıpkı, kendi zamanında da büyük yazarlarından biri olan Zweıg’ın varlığını dağıttığı gibi. Zweıg ise, savaşın ayak seslerini henüz cılız halde iken duyuyor. 1912’den başlayıp, 1942’de biten mektuplarda -sonlara doğru- Avrupa’da yaşanan çılgınlık gemi azıya alıyor. Tam burada Zweıg bir karar vererek, son mektubunda bunu şöyle dile getiriyor; “Sevgili Frederike, bu mektup eline geçtiğinde ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissediyor olacağım… Petropolis hoşuma gidiyordu. Fakat çalışmalarım için gerekli olan kitaplar yanımda değildi… Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Bu karara vardığım andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin…”
Zweıg, kendisinin olduğu gibi dostlarının da yaşamını paramparça eden savaş ortamında, Lotte’yle birlikte yaşamına son (1942) veriyor. Dolayısıyla mektuplar da son buluyor. Düşünmenin, sanatın, edebiyatın… dumura uğratıldığı bir ortamda soluk alamayan yazarın belki de yaşamını sonlandırmaktan başka yapacağı bir şey kalmıyor. Zweıg’ın böyle yaparak, dünyanın çoraklaştırılmasına karşı keskin bir tavır koyduğunu da söyleyebiliriz.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (14 Aralık 2015)