“Ahh be Nazlıcığım,” diyerek iç geçirdi Elif. “Yani böyle mi olacaktı? Böyle mi olacaktı?” diye sitem etti karanlığa doğru. “Bari bir yüzüme baksaydın… Bir gözünü açsaydın Nazlı… Nazlı! Tamam, sen konuşma… Ben anlatırım… Ama geçecek tüm bunlar, yine eskisi gibi olacak. İyileşeceksin. Doktor Amca öyle dedi, babam da dedi hem… ‘İyileşecek’ dediler. Benim başka arkadaşım yok ki! Bir sen vardın. Kardeşlerim küçük, zır zır ağlayıp duruyorlar. Seninle oynuyorduk biz… Beni yine sen dinliyordun. Gitme Nazlı … Lütfen!”
Ağlamaya başlamıştı benim küçük arkadaşım. Kendi küçük, yaşı küçük, yüreği kocaman, can arkadaşım. Duyuyordum ama cevap verecek, gözümü açacak gücü bulamıyordum kendimde. Sancılarım çok artmıştı. Bunun öyle abartılacak bir şey olmadığını, altı üstü birkaç dakika sonra doğum yapacağımı, benim de minik bir bebeğimin olacağını… anlatacak mecalim yoktu. Çektiğim sancıya katlanmaya çalışarak, umut ederek, sabırla bekliyordum yattığım yerde. Sesim çıkmıyordu, ya da duyulur duyulmaz inliyordum galiba. Arkadaşımsa ağlıyordu içini çeke çeke…
Şu doğum olayından epey bir korktuğunu zamanında anlatmıştı bana. Anacığı onu dünyaya getirirken on yedi yaşındaymış sadece. Bir de ikizi varmış Elif’in. Köyün doğumlarını yaptıran Hubriye Nene ‘iki canın var,’ diye, anasına daha gebeyken demişmiş zaten. Doğum çok zor oluyormuş, anacığının başındaki kadın kalabalığı arttıkça artıyor, fakat Elif’in ikizi, gelmiyormuş bir türlü. Köy dediğin de, doğunun güneyinde, dağların arasında bir noktacık. Elif öyle anlatmıştı bana. Yolu, yolağı senenin sekiz ayı, nerdeyse üç mevsim adam boyu kar altında olurmuş. Hastane şehirdeymiş, fakat orada da her zaman doktor bulunmazmış. Anasının doğuma yattığı o kış da metrelerce kar yığılmış ovaya, yaylaya. Tipiden, tufandan göz gözü görmüyormuş. Bir umut, şehre götürmeye karar vermişler ama ‘kadın donarak ölecek, yollarda ziyan zebil olacak bu sefer,’ diye vazgeçip katırları yoldan geri çevirmiş köylüler.
Kadınlar yine çook uğraşmışlar, nefesi kuvvetli bir Berfo Nene varmış, okudukça okumuş, üfledikçe üflemiş. Diğerleri asılmışlar, asılmışlar, ikizi de kordonundan kurtarıp tersinden çıkarmışlar ama anacığının takati kalmamış daha; bir kan birikintisinin içinde inlerken, ruhuyla bir üfleyivermiş son nefesini. İkizi de n’aptılarsa nefes almamış, Elif gibi çığlığı basmamış. Öyle mosmor gidivermiş anacığının yanına. O kış kıyamette ikisini bir gömmüşler. Dünyaya geldiği gün anasız, kardeşsiz kalmış benim küçük arkadaşım. Neyse ki ortanca teyzesi yeni doğum yapmışmış o vakitlerde; öyle içi yanmış ki Elif’e, bir memesine kendi oğlunu, diğerine Elif’i almış, iki yaşına kadar “cok cok cok” emzirmiş küçüğü, hep koynunda yatırmış, anasızlığını hissetmesin, oğlunu ikizi bilsin istemiş. Elif’in babası Hamdo ise derdine epey bir yanmış; sonra tavlayı, atı, damı geride bırakıp, evladını da teyzesine emanet ederek yakındaki şehre gitmiş bir süre. Unutmak istiyormuş. Bildiğin amelelik etmiş orada; kömür taşımış, odun kırmış, demir kesmiş, çimento karmış, sıva yapmış. Derdini unutuncaya, eşek sudan gelinceye kadar gündüz çalışmış, akşam içmiş. Ta ki rüzgârlar, kuşlar bu hallerini tavlalara fısıldayıncaya kadar. Atlar iyice huysuzlanmaya başlamış. Cânım damızlıklar yemeden içmeden kesilmiş. Taylar sabahtan akşama sebepsiz kişner; aygırlar, kısraklar tepikleye çifteleye dam, çit koymaz; alıcılar atları beğenmez olmuş. Huzursuzluk bütün köye yayılmış. Bakmışlar olmuyor, köydeki kal-û pir toplanmış, aralarından iki kişiyi elçi olarak şehre, Hamdo’nun yanına göndermişler. “Yapma etme,” demişler. “Tavlalar sahipsiz. Bu işte senden ustası yok! Teee dört bir diyardan alıcılar geliyor da, sen olmayınca dudak büküyorlar be Hamdo!… Gel, seni yine evlendirelim biz, dur şu atların başında. Soyu, dölü şaşacak hayvanların!” Kolundan tutup getirmişler Hamdo’yu.
“Nazlı n’olur bir şey söyle! N’olur….” dedi arkadaşım burnunu çeke çeke. Karanlığın içinde açıverdim gözlerimi. Geceye kalmayaydı bu iş, daha iyiydi halbuki… Güneşin doğmasına saatler var daha. “Bir şey yok, hasta değilim, her şey geçecek… iyi olacak,” demek istedim ama inildedim sadece. Hafifçe başımı çevirdim ona doğru. Gözlerine bakmak istedim… Göremedim… Zifir karanlık içerisi… Çok sancım var benim… Çok…
“Merak etme, babam gelecek şimdi Nazlı… Merak etme kurtaracağız seni. Doktor da gelecek… Gitme sakın!” Hâlâ ağlıyordu benim küçüğüm. “Kız sus, anam, nenem doktorla mı doğurmuş benim!” demek istiyordum. “Hallederim şimdi ben, ama daha vakti gelmedi Elif! Her şeyin bir vakti var… her şeyin…” Bu sancı canıma okuyordu ama! Derin bir nefes aldım şöyle. “Tısss” diye burnumdan verdim soluğumu. Neyse ki hava fazla serin değil, üşütmüyor. Pırıl pırıl bir bahar gecesi, nisandayız galiba. Yıldızlar ışıldıyor yukarıda. Ne yazık yahu, ışıkları hiç sızmıyor içeri!
Biri geliyor galiba. Ayak sesleri duydum sanki… Kapının açılmasıyla gözüme doluveren ışık sersemletti beni. Sancımı unuttum. Hafifçe doğrulttum kendimi. Kafam öyle ağır olmuş ki kalkmıyor yerinden. Elif’in analığı bu. Elinde projektör gibi kocaman bir fener. Kendi dilinde bir şeyler söylüyor. Çocuk kaç zamandır başımda. “Gel de uyu artık,” falan diyor her halde. Elif daha bir ağlamaya başlıyor, genç kadın sabır duası gibi bir şeyler mırıldanıp çıkıp gidiyor.
Köyün büyükleri Hamdo’yu yakındaki şehirden geri getirdikleri vakit, ‘kendi güzel, huyu güzel,’ deyip bu kızla evlendirmişler. Üç gün, üç gece davullu, zurnalı, kınalı, halaylı bir düğün yapmışlar. Koyunlar kesilmiş, pilav kazanları kaynamış. Jandarma karakolunun komutanı bile gelmiş düğüne. Gelinin adı Meryem. İyi bir kadın. Elif’e sahip çıkmış, teyzesi kadar emek vermiş ona. Üç de çocuk yapmış. Aile olmuşlar yeniden. Mutlu olmuşlar. Atlar da mutluymuş, koyunlar, kuzular da… Sonra hava bozmuş, bir tatsızlık, bir uğursuzluk peyda olmuş… Savaş gibi sanki… Ve büyük bir yangın çıkmış. Alevler bütün köyü sarmış da bir tek camii ayakta kalmış, ama o da delik deşikmiş. Camı, çerçevesi inmiş hep. Ölenler olmuş. Sağlar camiye sığınmış. Birkaç geceyi orada geçirip, yanan evlerinden üç-beş parça eşya kurtarmaya çalışmışlar. En çok da fotoğraflara üzülmüşler ama… Nazlı’nın anacığının tek fotoğrafı da o zaman yanmışmış. (“Anamın yüzünü hatırlamıyorum ben Nazlııı,” diye pek bir ağlardı bu gariban. Onunla tanıştığımdan beri “Bütün çocuklar analı babalı büyüsün,” dilerim hep. “Analı babalı, huzurlu…”) Hamdo da düşünmüş taşınmış o vakit; bakmış oluru yok, dört çocuğu, hanımı ve kalan üç beş eşyasıyla kara trene bindiği gibi gelmiş bu uzak şehre. İlk başta çok sefalet çekmişler, fakat Seçkin Hanım’ın dediği gibi akıllıdır Hamdo. Önce “Binicilik Klübü”nde seyis olarak işe girmiş, ‘atlara fısıldayan Hamdo’ diye şanı almış yürümüş. Sonra Seçkin Hanımlar kendi çiftliklerine resmen ‘transfer’ etmişler onu; kalacak ev, araba falan vermişler. Maaş, sigorta… Yakın şehre göçenlerden, zamanla köye dönenler olsa da Hamdo burada kalmaya karar vermiş, “bir kere çıktı yangın,” demiş, “harı soğumazsa ya?”
Sancı sık geliyor şimdi. Yattığım yerde biraz kımıldanıp, bayağı bir inliyorum artık. Elif bu kez hıçkırarak ağlamaya başlıyor. “Yapma be kuzum! Senin bana cesaret vermen lazım… Geliyor işte benim yavrucak… Hepsi bu!” Sadece inliyorum yine…
“Nazlı! İyi misin Nazlı?… Sen burada bekle, ben babamı çağırmaya gidiyorum. O gelecek… Doktor da gelecek. Her şey iyi olacak. Gitme Nazlı! Tamam mı bekle beni. Yine oyunlar oynayacağız, yürüyüp koşacağız seninle…,” diyor Elif ve bir sürü şey daha söylüyor ama çoğunu anlayamıyorum bu sefer. Canım bayağı yanıyor yahu!
Bu büyük, bu uzak, batının kuzeyindeki bu deniz şehrine ilk geldiği günlerde bizimle pek konuşmazdı Elifcik. Başka bir dili vardı. Analığının da, kardeşlerinin de. Sonra maşallah bir öğrendi, pir öğrendi. Bak şimdi de başımda dert anası oldu, bıcır bıcır… “Kız bi sus da! Babanı çağır bari… Oyalan acık… Ben de sakin sakin halledeyim şu işi!”
Hamdo bilirdi ama buranın dilini! Böyle öğretmen gibi, doktor gibi konuşurdu. Seçkin Hanım bile “Başta bir şeye benzetemedim fakat kendini iyi yetiştirmiş, bayağı akıllı bir şey şu bizim seyis,” derdi kocası Zafer Bey’e, “atlara fısıldayan Hamdo diyorlarmış ona ha?!” “Kah kihihi kihiiiii” diye kişner gibi gülerdi sonra.
İşte benim de öyle bir kişneyesim var hani. Avaz avaz! Sancı gitgide şiddetleniyor. Dayanmalıyım… Başımı kaldırdım. Niye bu kadar karanlık içerisi yahu? Elif bir ağlama! Bir sus, n’olursun! Kalk da şu ışığı aç, etrafı görelim. Daracık zaten. Ben kıpırdandıkça yerdeki samanlar ağzıma gözüme doluyor. Tıslaya, pıslaya nefesimle onları uzaklaştırmaya çalışıyorum, bu kez yelelerime dolaşıyorlar. Kuyruk falan o biçim zaten. Her tarafım saman oldu….
Ben onca debelenince Elifcik de ışığı yakmayı akıl ediyor nihayet. Çok şükür!
‘Boks’ diyorlar bu kaldığım bölmeye. Fan-fin-fonca bir isim. Şahsa münhasır ahır işte. Küçük ama. Dar. Bitişik nizam on tane var böyle. Ahşap kapısı enlemesine iki parça. Bazen üstteki kapağı açarlar, başımı uzatırım dışarı… İnliyorum tekrar. Elif koşarak çıktı dışarı. “Babaaaa! Koş hele, Nazlı doğuruyor artık!” diye bağırıyor yavrum. Yahu nereye koşsun adam?! Az bırakın beni kendi halime!!! İhhiiiii!
***
Hamdo’yla doktor gelene kadar hallettim ben bu işi be! Nefes nefese ayaklarımın dibinde yatıyordu bebeğim. Etrafını kalınca bir plastik poşet gibi saran eşi sıyırmak düştü bir tek doktora. “Kız!” dedi sonra gülerek, “çok güzel bir kız!” Ben eşi kemirmek isteyince “hık mık, öyk, böyk…” bir şeyler gevelese de, “Az elleme hocam, bırak yesin, çok şifalıdır,” diye geri çekti adamı Hamdo. Babasından, dedesinden öğrenmiş bizim doğamıza kulak vermeyi…
Kordonu kendiliğinden düştü yavrumun. Yanına sokuldum, yalaya yalaya tertemiz yaptım onu, nefesimi üfleyerek kuruttum, öptüm, kokladım…
Benim kızı pek sevdi Elif. Adını Nazen koydu. (Bilmiş şey! Efendim “Naz” benden, “En” de babası olacak o aygır Enis’den geliyormuş.) Çok şükür ağlamıyor artık. Çok şükür! İçi çıktı şuncacık çocuğun… İçi!
Zeyno Engin Vural – edebiyathaber.net (25 Aralık 2015)