Sibel Öz, Yokuş Yukarı İstanbul’da, kent merkezinin uzağında oluşturulmuş yaşam alanlarına yapılan saldırıyı öykülerinin ana konusu yapıyor.
Bir kent düşünün, en az bir kuşak öncesinin içinizi ısıtan, mekanlara sinmiş anıları sizinkilerle birlikte tek tek siliniyor. Bu kent İstanbul olsun. Evinizden çıkıp her gün yürüdüğünüz Arnavut kaldırımlı yolların, yamaçları boydan boya kaplayan en fazla iki katlı önleri yeşile kesmiş evlerin, onları çevreleyen ağaçların, -küçük de olsa- özgürlük hissi veren boş arazilerin… bir varmış, bir yokmuş masalının konusu olduğunu düşünün. Tam da burada, gerçeği masal göndermesiyle yumuşatarak verdiğimizi söylemeye gerek var mı (!?)
Şöyle de sorabiliriz; İstanbul ne zaman, hangi zaman aralığında yok edildi? Biz en uzun uykularımızda uyurken ya da uyutulurken, haramilerin İstanbul’u ele geçirip, onun her bir karesini betonlarla ördüklerini, nefes almamız için kapılarımıza da çakma birer oksijen maskesi bıraktıklarını gördüğümüzde çok mu geç olmuştu? Bütün bunlara koşut muydu eksilen hayatlarımız? Her birimizin kentin varoşlarından sürülüp, çöplüklere atılmamız.
İnsan bakmayı unuttukça dünyaya…
Sibel Öz, Yokuş Yukarı İstanbul’da, kent merkezinin uzağında oluşturulmuş yaşam alanlarına yapılan saldırıyı öykülerinin ana konusu yapıyor. Merkezden bakıldığında varoş olarak nitelendirilen semtlerde yaşayanların, -egemenler, sermaye tarafından- düşlerin izdüşümü olan mekanlarının, hayatlarının… nasıl tarumar edildiğini, yaşamlarını mercek altına aldığı karakterler aracılığıyla anlatıyor. Öz’ün öykü kişilerini takip ettiğimizde ise; zamanla umutlarının, sevinçlerinin, olanaklarının, kendilerini gerçekleştirme dürtülerinin… giderek azaldığını, en sonunda da yok olduğunu görüyoruz. Sadece bunlar değil tabii. Gözlerinin, adımlarının da. “Yoksa hayalleri küçüldükçe mi insanın adımları, boyu posu, gözleri küçülür? Yürünecek yol yoksa büyük adımların da gereği yoktu belki. İnsan bakmayı unuttukça dünyaya, o koca gözler de zamanla küçülüyor, içe dönmeye başlıyordu demek…”
Peki, -bir insan ömrüyle ters orantılı- bu küçülerek yok olmanın, hatta canlı canlı ölmenin… ardında haksızlığın, vandalizmin… başat rolünü görebiliyor muyuz? Karşımıza bir kent panoraması çıkaran Öz’ün, egemen kültürün gasp edip, krokilerini yeniden çizerek -nüfusun dörttü üçünü kapsayan- bütün yoksulların, emekçilerin… elinden almaya çalıştığı İstanbul’u, gerçek sahiplerine tekrar geri verdiğini söyleyelim ilkin.
Bir kentte yaşamanın bedeli
Öykülerinde yakın, çok yakın zamandan sesleniyor Öz. Olayların, yaşananların… dumanı ise halen tütüyor. Ücra semtler, varoşlar… mutenalaştırılırken, insan yaşamları paramparça edilmiyor sadece, yaşayanlar birer ölüye, hiçliğe dönüştürülüyor. Hüznün yer yer açığa çıktığı öykülerinde bu hiçleştirme anaforuna dalan Öz, karakterlerini çok doğru bir yerden yakalıyor. Onları düşürüldükleri yerden kaldırıp, İstanbul’un karşısına dikerek meydan okuyor adeta. Ama talan, yağma, hukuksuzluk…arttıkça, insani değerleri koruyarak var olabilmek de giderek zorlaşıyor.
“Hasan mahalleye baktı. Minicik görünen gecekonduların hemen arkasından heyula gibi gökdelenler yükseliyordu artık. Mahallenin hemen aşağısından adım adım geliyorlardı. Meridyen, Dumankaya… Gündüz tüm çirkinlikleri, yabancılıklarıyla dikiliyorlardı 1 Mayıs Mahallesinin tepesine. Geceleri ışıktan birer kule. Geliyoruz diyorlardı, kaçınılmaz sonuyuz bu mahallenin. Siz 1 Mayıs Mahallesiyseniz, biz de ‘Ataşehir’iz… Yutacağız eninde sonunda hepinizi…”
Kentleri gasp eden yeni zaman tanrılarının cirit attığı bir savaş alanında mayalanıyor diyebiliriz Öz’ün öyküleri için. Yedi başlı ejderha misali sokakları, caddeleri saran; bir sıfatı, ismi olmayan, herkesin hissettiği ama tanımadığı soyut bir canavara vücut veriyor. En önemlisi de, yeni zamanın toplumla birlikte bireyi köşeye sıkıştıran, sıkıştırdığı yerde de pres gibi ezen mantığını, yaptırımını -biraz geride kalmış- postmodern yaklaşımla anlatmak yerine, gerçek müsebbibini işaret ederek, bir paradigma sunuyor.
Yüksek laflar bir yana, hikayeler hiç de karmaşık değil. Çok basit, çok sıradan. Sait Faik’in öykü tadını yanına almış dersek isabet olur… Bir şey daha, -hep içimize dalıyoruz ya- içimiz öyle çok da karmaşık değil. Niye mi? Dışımızda çok şey olup bitiyor. Bir kentte yaşamanın bedeli tonlarca ağırlıkta betonla ölçülüp, varlığımız yok sayılırken; bir de bakıyoruz ki içimizde –çözmek için bile- bir şey kalmamış. Zira yaşadığımız kentler, Öz’ün de öykülerinin konusu yaptığı gibi yokuş yukarı gidiyor.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (28 Aralık 2015)