Marlon Brando’yu anlatan belgeseli (“Listen to Me Marlon!”/ Yönetmen: Stevan Riley) izlediğimde sarsıldığımı söyleyebilirim!
Brando’nun ömrü; yaşadıkları, tanıklıkları, başından geçenler her ânıyla öğretici, düşündürücü, sorgulayıcı…
Riley’in bu belgeseli bizi ömrün bilinmedik labirentlerine döndürürken, her karesinde, bir portre belgeselinin nasıl olabileceğini de gösteriyor üstelik.
Özenle, bilgiyle, sezgi ve araştırmayla; hatta tutkuyla örülen bir iş çıkarmış ortaya.
Bizi, sinemada bazen izleyip geçtiğimiz, bazen durup durup baktığımız bir aktörün görünen yüzünün/davranışlarının ötesine geçirmesi önemliydi.
Belgeseli izlerken on beş sayfa not tutmuş olmayı kendime başka türlü izah edemiyordum.
Brando/Riley bizleri yaşam ve sanat dersi yolculuğuna çıkarıyordu.
Bir hayat, bir sanat yapıtı öyledir. Eğer bize sözü yoksa, bizleri beslemiyorsa; yaralarımızı sarmıyorsa neden orada/onda olalım?!
Brando’nun öfkesi kadar kırılganlığını da, daha iyi anlıyordunuz belgeseli izlerken. Al Pacino’nun; “eğer o olmasaydı, ben olmazdım” demesini de kavrıyordum işte şimdi.
Onun yaşama dönemeçlerine tanıklığı içeren “Annemin Öğrettiği Şarkılar” özyaşam öyküsü başlı başına bir öğreti/tanıklık kitabıdır. O, öyküsünü anlatırken yaşadıklarından çıkarsadıklarını da dillendirir. Öyle ki, siz, orada, bir Marlon Brando’nun olma/oluşma serüveni kadar sanata yönelik çabasını da gözlersiniz.
“Geçmişi olmayan herhangi bir şeyi bugüne taşımayın,” diyor Brando. Ruhunu katarak oynadığı filmlerdeki karakterleri hatırlayınca, bir işe/uğraşa bağlanmanın, bunu gerçekleştirmenin yolu/yordamını da öğreniyorsunuz. Dedim ya, Marlon Brando’nun ömrü öğretici bir ömürdür; sanat yolculuğu da bir o kadar yönlendirici…
Gelin görün ki onun yaralanmış bir hayatı, hasar görmüş bir ruhu var. Sevgi arayışının biriktirdiği öfke, yeniyetme çağında, cezalandırılırcasına askeri okula gönderilmesi; baba ile anne figürünün yıkıcı yanları belki de bu iki olgunun asıl kaynağıdır.
Acı, yaratıcıdır.
Brando, her ne kadar kendini sinemaya çok ait hissetmezse de; sinema onu taçlandırmıştır her zaman.
Öfkelidir, çünkü onun gözünde yaşadığı ülke cahil ve bilgisizdir. Adaletsizlik duygusunun kendisini motive ettiğini söyleyen Brando; yaşam sorgusunu da elinden bırakmaz. Şöyle der: “Kimdim ben? Kendi hayatın nerede bitiyor, başkalarının hayatı tam olarak nerede başlıyor? Sorun buydu işte!” ve şunları da ekler: “Beyazlara bilmediklerini anlatmaya şu andan itibaren başlayacağım. Beyaz adam öfkeli, çünkü anlamıyor, anlamak istemiyor.”
Onun hatırladıkları, yaşadıklarından çıkardıklarının bize yansısı şaşırtıcı biçimde öğreticidir. Yer yer onun zamanın yası içindeki duruşu/durumu dış dünyaya bir biçimde yansısa da; anlatılanların onu tanımlayamadığını bu belgesel bize gösteriyor. Öncesindeki kendi anlatıcılığı ortaya benzersiz bir özyaşamöyküsünü çıkarmıştı. Ama şimdi o hayat üzerine kurulan bu belgeseli izlerken kendi anlattıklarıyla örtüşenleri/ayrışanları daha iyi gözlüyorsunuz.
Ondaki arayış, benlik sanrısının da ötesinde; yaşadığı zamanın derdini dert edinme düşüncesinden de kaynaklanır bence. Oscar Ödülü’nü almama gerekçesi salt bir protest bakışın yansısı değildir. Bir insanın/sanatçının hayata karşı duruşunun simgesi sözler etmesinden ne demek istediğini, insanlığa nasıl bir ileti sunduğunu anlarsınız: “Bu ülkenin kuruluşunda özgürlük, adalet, hakkaniyet olduğunu düşünmek istiyoruz.”
Evet, Amerikan yerlilerine yapılanları protesto eder. Ama yeryüzündeki bütün haksızlıkları dönüktür bakışı; zorbalıklara, saldırganlıklara geçit vermemeyi hatırlatır insanlığa. Kendimizle yüzleşmek için belleğimize bir çentik atar Brando. İnsanlığa karşı işlenen suçlar onu incitir, sesini bu yüzden yükseltir. Şunları söyler:
“Kendimi ortaya koydum, ve öğrenmek için elimden geleni yapmak zorundayım.”
Brando’yu yaşama kırgınlığına sürükleyen olaylar ardını bırakmaz. Gene de o, acıyla başa çıkmak için ayakta durur. Der ki: “İçimize bakamazsak, dışarıyı net olarak göremeyiz.”
Ve şunu da ekler o yaralı hayatının gölgesinde olup bitenleri düşünürken:
“Zenginliğim aşağılayan bakışları önleyemediğinde sürgünüme gözyaşı döken tek kişi ben olacağım. Sağır cennetim beni duymadığında kaderime lanet okuyacağım.”
Bir yaşam nerede başlar, nasıl sürer, nerelere nasıl ulaşır… Ve daha çok nasıl baş edilir onca şeyle… Hele bir de “yıldız” olma yolundaysanız, dünyanın dilindeyse adınız… Acıyla baş edebilmeniz zor… Okuyun Brando’yu, izleyin ona dair yapılan belgeseli; siz de dönüp kendi yolculuğunuza çıkın, hayatın neden yalnızca bir gölgeden ibaret olduğunu görün derim sevgili okuyucu…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (29 Aralık 2015)