Gittikçe cümle kurmanın zorlaştığı bir dünyada ve coğrafyada yaşıyoruz. Ne yazsan bir şey olmayacak duygusu ister istemez dünyayla derdi olan, insandan çoğu zaman umudu kesmiş düşünürleri hatırlatıyor. İnsanların yıkım dönemlerinde bu tarz yazarları hatırlamasının nedeni sanırım biraz da yalnız olmadığını bilmek ve dünyanın nasıl bir yer olduğunu anımsamak. Elbette bu yazıda bahsetmeye çalışacağım yazarlar benim kişisel okuma deneyimim sonucu yukarıda bahsettiğim sonuca varmamı sağlayanlar.
Liste genişleyebilir ya da daralabilir. Bana göre, dünyanın zaten acılı bir yer olduğunu dayanmak için umut etmenin yersiz olduğunu kabul ettiren yazarlardan bazıları şöyle: E. M. Cioran, Arthur Schopenhauer, Franz Kafka, Friedrich Nietzsche ve Søren Kierkegaard. Bu düşünürlerde gördüğüm dünyada kalma ve dayanma çabasının belirleyeni çoğu zaman vaz geçmişlik, acının varlığını özümsemişlik ve kaçınılmaz olan dünya acısıyla başa çıkmayı bilgece kabullenmişlik.
Cioran ile başlayalım şöyle soruyor kendisi; “insan hayata indirdiği ölümcül darbeyi hiç atlatamayacak mı?” Maalesef bu sorunun cevabı belli gibi görünüyor. Yaşama dair, yaşamlarımıza dair yaraları hep insandan alıyoruz ve bu ölümcül olan ama öldürmeyen darbeyle, hiç geçmeyen bir kırıklıkla devam ediyoruz. Ve elbette aldığımız darbelerin izi bizimle birlikte devam ediyor yaşama. Cioran, o kadar umutsuzdur ki insandan şöyle devam eder; “İnsana duyduğum nefretin azaldığına, dehşete düşmüş bir halde şahit oluyorum; beni onlarla birleştiren son bağın gevşemesi ne!” Cioran için insana kendisini bağlayan son bağ ne bilmiyorum ama türünün mensubu olmaktan çoğu zaman utandığımız “büyük insanlıkla” bağımız sanırım hȃlȃ umut edebilen ve bu yolda direnenlerin varlığı. O bağ sayesinde varlığımızı devam ettirip, kötü gelen günlere karşı durabiliyoruz.
Kierkegaard ise Ferguson’un deyimiyle: “Umutsuzluk karşısında öyle coşkuludur ki bizi sersemletebilir.” Çünkü ona göre: “Kimse ölümden dönmez, kimse dünyaya ağlamadan gelmez. Kimse dünyaya ne zaman gelmek istediğini sormaz… Ne boş ve anlamsızdır hayat. Bir insanı gömeriz; mezara kadar peşinden gider, üzerine üç kürek toprak atarız.” Öyledir sahiden doğarken bile ağlayan bir varlıktır insan, sanki o ilk çığlık dünyanın ne olduğunu gelir gelmez anlamamıza delildir. Doğum: huzurlu bir yuvadan bir uçuruma atılışımızdır. Ve dünya bir bakıma fikir alınmaksızın, sürgün edildiğimiz, bilinmezliktir. Yaşam ise üzerimize atılan üç kürek toprağın karşılığıdır.
Kafka da acıdan ve yalnızlıktan güç aldığını söyleyen bir yazardır. Kolay bir yaşamı olmamıştır. Yakınlarını ve akrabalarını kamplarda kaybetmiş, ölümü ve acıyı derinden hissetmiştir. Belki de bu nedenle şöyle söyler ölüme dair: “Öte tarafa göçenlerden birçoğunun gölgesi, ölüm ırmağının sularını durmaksızın yalar; çünkü o kaynağını bizden alır ve hȃlȃ bizim denizlerimizin tuzlu tadını taşır. Bu, ırmağın tiksintiyle kabarmasına, hȃttȃ gerisin geriye dönmesine, ölülerin yaşama sürüklenmesine yol açar.” Durmadan ölümden söz ettiğimiz bugünlerde Kafka’da haklıdır söylediklerinde. Ölülerin gölgesi yaşamımıza siner, ölüm belki giden için yok oluştur ve belki dünyayı düşündüğümüzde kurtuluş bile olabilir. Ancak gidenler geride kalanların yaşamında kalmaya devam ederler. Çünkü insan belleği ölülerle yaşamaya müsaittir. O nedenle bugünlerde görüp geçtiğimizi sandığımız, kıyılara vuran, evinde, sokağında katledilen ölü bedenlerin bizimle birlikte biz de ölene kadar yaşayacağını aklımızdan çıkarmamalıyız. İşte bu nedenle de varlığımızı bir şekilde devam ettirsek bile bu varlık artık yaralıdır ve bu yaranın bir tedavisi de yok bilmeliyiz.
Nietzsche de bize yaşamla yüzleşmek için ders veren düşünürlerdendir. Bir atın kırbaçlanmasına dayanamayıp acıdan yataklara düşecek kadar da vicdanlı olduğu söylenir. Bu nedenle yaşamın ne olduğu ve acılarına dair onun fikirleri de güçlendiricidir. Yine son günlerde üzerinde çok durduğumuz bir kavram olan vicdana dair şöyle söylüyor kendisi; “Vicdan sızlaması, en vicdanlılarda bile duyguyla karşılaştırıldığında zayıf kalır. ‘Bu ve şu toplumun törelerine aykırıdır.’ Onlar için ya da onlarla eğitildiği insanların yüzlerindeki bir soğuk bakış, bir alaycı gülüş, en güçlü insanları bile korkutur. Gerçekten neden korkmaktadır o? Yalnızlaşmadan.” Vicdanı bile özgür değil insanın diyor belki de Nietzsche, onu bile belirleyen toplumsal yasalar var ve insan yalnızlaşmaktan korktuğu için yine onun deyimiyle “sürü dürtüsüne” uyuyor. Çoğu insan gerçekten de yalnızlaşmaktan, çoğunluk tarafından kabul görmemekten korktuğu için duygularını ve vicdanını özgür kılamaz. İçinden asıl geçenleri söylemektense çoğunluğu mutlu edecek şekilde kurar cümlelerini. Bugün baktığımızda da belki birçok “vicdansızlığın” sebebi budur. İnsan genellikle güce tapan bir varlıktır ve bu nedenle de zayıfın yanında olup kalbinden asıl geçene değil, doğru olmadığını bilse bile güçlünün söylemine taraf olur. Çünkü genelin gözünde “iyi” olmayı görev edinir oysa özelin, azınlık olanın ve egemenlerin gözünde “kötü” olanın yanında olmak bizi özgür vicdanlılığa götürür.
Schopenhauer düşüncesine gelirsek ona göre zaten dünya, devamlı nerede olduğumuzu hatırlamamız gereken yerdir. İnsanın doğumu zaten ona verilmiş bir cezadır. Bir anlamda dünya bir ıstırap çekme yeridir. Şöyle ifade eder durumu: “Doğrusu dünyanın ve dolayısıyla insanın da gerçekte hiç olmaması gereken bir şey olduğu kanaati birbirimize karşı tahammüle sevk etmeyi amaçlar; çünkü böylesine berbat ve müşkül durumda bulunan varlıklardan ne bekleyebiliriz ki?” Birbirimize tahammül ederiz ona göre; çünkü zaten hem dünyanın hem de insanın içinde bulunduğu durum çıkmaz bir sokakta dolanıp duran çaresiz bir hayvana, gökyüzünü kaybetmiş bir kuşa ya da bir daha meyve veremeyecek kadar yaşlanmış ağaca benzer. Böyle çaresizlik içinde kıvranan varlıklardan da Schopenhauer’in düşündüğü gibi, bekleyecek pek bir şey yoktur belki de.
Dünyaya, insana, yaşama, ahlȃka, inanca farklı bakmamızı sağlayan düşünürler dersek, yanlış söylemiş olmayız sanırım bahsettiğimiz fikir insanları hakkında. Bize dünyanın ve insan türünün zaten çok da iyi olmadığını hatırlatan belki bu durumla yaşamayı öğrenirsek daha az umutlu ama daha sağlam oluruz dedirten düşünceleriyle, başucumuzda bir yerde duruyorlar. İnsan türü bu aymazlıkla, bu savaş sevicilikle, bu tüketme hırsıyla, bu “vicdansızlıkla” daha ne kadar yeryüzünde varlığını devam ettirir bilemiyoruz; ama varolduğumuz müddetçe yaşamda kalmak istiyorsak arada onlara bakıp yaşamsal öğütler almamız gerekiyor. Tüm bu söylediklerimizin özeti şöyle bir şiir dizesi de olabilir sanıyorum: “Burası dünya yahu burası bu kadar işte.”
Kaynaklar
Cioran, E., M., (2011), “Burukluk”, (Çev. Haldun Bayrı), s. 85, İstanbul: Metis.
Ferguson, R., (2015), “Kierkegaard’dan Hayat Dersleri”, (Çev. Elif Ersavcı), s. 89-90, İstanbul: Sel Yayıncılık.
Kafka, F., (2010), “Aforizmalar”, (Çev. Osman Çakmakçı), s. 4, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Nietzsche, F., (2011), “Şen Bilim”, (Çev. Ahmet İnam), s. 60, İstanbul: Say Yayıncılık.
Schopenhauer, A. (2013), “Hayatın Anlamı”, (Çev. Ahmet Aydoğan), s. 38, İstanbul: Say Yayıncılık.
Emek Erez – edebiyathaber.net (30 Aralık 2015)