Birbirine bitişmiş, biri yıkılsa diğeri onun üstüne kapaklanacak hissi veren, sıvaları yer yer dökülmüş, eciş bücüş evlerin tek göz odalarından yayılan ölgün ışıklar, perdeleri lime lime olmuş camlardan silik birer toz bulutu gibi sokağa yansıyor, ama hiçbir yeri aydınlatmıyordu.
Akşamın karanlığı ortalığı kaplayınca, kırık dökük sokak lambalarının cansız ışığında, umut yoksunu, yorgun bedenli gecekondu sakinleri; omuzları çökük, gözleri fersiz, evlerine dönüyorlardı.
Soğuk iyiden iyiye artmıştı. Bir an evvel evine gitmek istiyordu Zülal. Adımlarını hızlandırdı. Hızı, yerdeki çamur öbeklerine yeniliyor, cıvık çamurdan ayağını kurtarması hayli zaman alıyordu. Bedeninin ağırlığından, sanki tonlarca daha ağırdı, ayakkabısındaki çamur kitlesi.
Soğuğun, sıcak nefesle buluşması, miyop gözlüğünü buğulandırmıştı. Camı, kabanının koluyla silmeye çalıştı, işe yaramadı, içinden silmeliydi, uğraşmadı. Eve de az kalmıştı zaten.
Bahçe kapısını güçlükle tuttu, nasırlı elleriyle. Biraz yaslansa, menteşesi kızıl paslı kırık kapı, yana devrilecekti.
Dolmuş parası vermemek için onca yolu yürümüş, bahçe kapısıyla evi arasındaki kısacık mesafede durup kalmıştı. Gitmiyordu ayakları, yığıldı yığılacaktı oracığa. “Hadi gayret Zülal hadi,” dedi. Son bir hamle yaptı; evindeydi.
Eve girmesiyle, rutubetli soğuk, yüzünü yaladı, çok iyi bildiği kesif bir eskilik kokusu hissetti burnunda.
Büyücek bir odaydı, ev denilen. Kapıdan girince karşıda sıvası dökülmüş duvarı kapatan, rengi solmuş kiraz ağacından çift kapaklı bir gardırop, camın önünde pirinç başlıklı, kırık somyalı, çökmüş yataklı tek kişilik bir karyola, yerde lime lime olmuş Yağcıbedir halısı, kapının hemen yanında, bu antikaların arasında sırıtan altı sandıklı en ucuzundan bir kanepe, güneş yanığı pervazların önünde, eprimiş kirli beyaz el örgüsü perdeler, gardıropla mutfak kapısı arasında, açılan kapanan küçük bir piknik masası, yanında plastik iki sandalye – kanepe ve plastiklerin borcunu ödüyordu hâlâ – ve yatağın tam karşısında yıllara meydan okumuş büyükçe bir maun sehpa, üzerinde de 37 ekran eski bir televizyon vardı; dışı ile içi birbirine zıt bu evde. Mutfak kapısının diğer yanında da, akşamdan akşama yanan, çini olmasa da, kaliteli bir kömür sobası duruyordu.
Sokak kadar soğuktu evin içi. Sabahtan hazır ettiği kömürle odunu sobaya güçlükle yerleştirdi. Odunun çıtırtısı iyi gelmişti. Isınırsam kendime gelirim diye düşündü. İşe giderken giydiği kıyafetleri plastik sandalyenin kenarına iliştirdi. Yarın yine onları giyinecekti nasıl olsa. Sabah evden çıkmadan yastığının altına soktuğu, sokak satıcısından aldığı baykuş desenli kalın pijamalarını üzerine geçirdi. Annesinin ördüğü, yıllara yenik düşmüş Selanik işi yün şala, onun kokusunu içine çekermişçesine sarındı. Sonunda ısınmıştı. Mercimek çorbasını ısıttı, birkaç kaşık içti, bıraktı. Vücuduna yayılan sıcaklıkla kanepenin kenarında uyuyakaldı.
“Zülal, babanla sana sürpriz yaptık, bak bakalım odana, yeni yatak takımını beğenecek misin?” Gözlerine inanamıyordu Zülal, en çok istediği pirinç karyola ve kiraz ağacından gardırop karşısında duruyordu. Çığlığı bastı.
Balıkesir’in köklü ailesi Karaların, dört kardeşinin aksine hayata tutunan tek kızıydı o.El bebek, gül bebek büyütülmüştü. Bir dediği iki olmazdı. Babasının işçileri, ırgatları vardı, tarlalarında çalışan. Ayrıca halı atölyelerinde yağcıbedir dokunurdu.
Biraz evvelki mutluluk çığlığı, yerini hıçkırığa bırakıyordu rüyasında Zülal’in. Annesi “Yapmayacaktın Zülal, bunu bize yapmayacaktın. Seni üniversiteye hazırlık kursuna gönderdik biz; ne bilirdik başımıza gelecekleri. Bizi bu halde bırakıp, o Coşkun denen çocuğa kapılıp, evini barkını terk edip gideceğini. Bizi yanlış anladın kızım, işçinin oğlu olduğu için değildi derdimiz, yangından mal kaçırır gibi küçücük yaşta seni bizden koparmasını sindiremedik içimize,” diyor, o da ağlıyor, kendini yerden yere atıyordu.
Zülal aslında, annesinin gözyaşlarından etkilenmişti. Ama anneannesinin dediği gibi “Olacakla, öleceğin önüne geçilmez,”di ki. Olmuştu bir kere, bavulunu toplamış, Coşkun’un hain bakışlarını es geçerek, kaba hareketlerine göz yumarak, başına gelecekleri az çok tahmin ederek, kadere boyun eğmiş, yalvaran annesine aldırmadan evini terk edip gitmişti.
“Benim Zülal diye bir kızım yok. Herkes bunu böyle bilsin. Onu evlatlıktan reddediyorum. Ağlama sen de Aliye, farz et ki bu kız da yaşamadı, diğerleri gibi o da öldü,” diyordu babası.
Sobanın ateşi sönmeye yüz tutmuş, ev soğumaya başlamıştı. Zülal üşüdüğünü hisseti, şalına daha sıkı sarındı; ama kalkıp yatağına gidecek hali yoktu, uykuya tekrar yenildi.
Coşkun, Karalara damat olma hayali kurarken, Zülal’in evlatlıktan reddedilmesinin şokunu yaşamış, “Para yoksa, evlilikte yok,” diyerek, bir taraftan, Zülal’den nasıl kurtulacağının planlarını yaparken, diğer taraftan da kendine yeni bir zengin sevgili bulma çalışmalarına vakit kaybetmeden başlamıştı bile.
Tabii Coşkun birdenbire bu zengin görünümlü, gerçekte çulsuz kızı başından atamazdı. Adım adım ilerlemeliydi.
Ankara’da, onları hiç de kolay olamayan bir hayat karşılamıştı. Şimdi yaşadığı gecekonduyu tutarlarken bile annesinin, babasından gizli çantasına koyduğu aile yadigarı bileziği satmıştı Zülal. “Zülal’in hiçbir eşyasını görmeye tahammülüm yok,” yalanını söyleyip, eşyaları kızının adresine gönderen annesi olamasa, bu gecekonduda eşya namına da bir şey olmayacaktı. Bütün sevdiklerini, nasıl bir karaktere sahip olduğunu bile anlayamadığı, işsiz güçsüz, sevgi yoksunu, çıkarcı bir oğlan için terk etmiş; ama pişman olması uzun zaman almamıştı.
Uykusunun en derin yerinde birden bir sesle irkildi Zülal. Yorgun olduğu geceler- çoğunlukla yorgundu- bilinçaltında kalanlar sırayla rüyasına giriyor, sonra da duyduğu bir sesle aniden uyanıyordu. Tek bir sahne vardı gözlerinde; Coşkun’un evden kaçtığı, bilmediği bir kentte bir başına kalmanın acısını tüm hücrelerinde hissettiği, hayat akışının tamamen değiştiği o kara sabah. Asla unutmayacaktı o sabahı.
“Allah Allah neredesin be Coşkun, kapıyı da açık bırakmışsın,” diye söylendi Zülal, Etrafa bakındı bir gariplik gözüne ilişmedi. Ne işler karıştırıyordu acaba Coşkun efendi. Zaten hareketlerinde de bir tuhaflık vardı. İş arıyorum bahanesiyle gidiyor, -hangi parayla alıyorsa- elinde içki şişesiyle yalpalaya yalpalaya gecenin bir yarısı evine geliyordu.
Coşkun’u göremeyince, Zülal’in aklına doğruca gardırobun dibinde sakladığı gümüş kemeri geldi. Ona güvenmediğini o an daha iyi anlamıştı. Haklıydı. Gümüş kemerin yerinde, yeller esiyordu. Tabii annesinin gönderdiği diğer gümüşlerin de.
Üzüntü, kızgınlık, öfke, kandırılmışlık duygusu, pişmanlık, gelecek kaygısı bunların hepsini aynı anda hissetti Zülal. En çok da kendinden utanıyordu. Bu adama nasıl olmuştu da inanmıştı. Ailesinin bütün itirazları, bir kulağından girip, diğer kulağından çıkmıştı. “Zavallısın Zülal, zavallısın,” dedi kendi kendine.
Balıkesir’e dönmek istedi; ama nafile. Babası reddetmişti kızını bir kere, asla sözünden dönmezdi Hikmet Bey. Birkaç yıl sonra annesi kahrından öldüğünde bile cenazeye gidememişti Zülal. “Gözüm görmesin o mendeburu,” diyordu öfkesi hâlâ geçmemişti.
Günlerce iş aradı; lise mezunuyum diye umutla, ama boşunaydı çabası. Ne Ankara’yı biliyor, ne de hangi işi yapacağını. Öyle kolay mıydı ha değince iş, hem de başkentte.
Sabahın ilk ışıkları, camları bir zırh gibi kaplayan buz kütlesini yalayıp geçiyor, evlerin içine bile giremiyordu.
Her yanı tutulmuştu soğuktan. Kanepenin kenarında ayaklarını karnına çekmiş otururken buldu kendini, yeni günün sabahında. Yarı uyur, yarı uyanık geçmişti gece. Hangisi rüyaydı, hangisi yaşanmışlıkların yansımasıydı, bilemedi.
“Bugün hava daha da soğuk galiba,” dedi kendi kendine, camı kaplayan buzu görmüş, dertlenmişti.
“Ayla hanım hava çok soğuk olursa temizliğe gelme, zaten soğukta cam, balkon yıkanmıyor ki,” demişti -Zülal’den çok parasının boşa gitmesini istemediğinden- ya ben bugün evden hiç çıkmayayım bari dedi. Sonra isteksizce üzerini giyindi; gitmeyip ne yapacaktı ki. Havanın ısınmasına nerden baksan dört ay vardı. Emrivaki yapacaktı Ayla hanıma; yoksa o hafta parasızdı.
Çamurlu ayakkabılarını ayağına geçirdi. Kapıyı hızlıca çekti. Ayaz, gözlüğüne rağmen sanki gözünün akını dondurmuştu. Birden başını yere indirdi. “Oh yaşasın sonunda kurtuldum bu çamurdan,” dedi sevinçle. Hiç değilse bu soğuğun bir faydası olmuş; çamur donmuştu,
“Sevindiğim şeye bak; çamur donmuş ve ben mutluyum ha, Allah’ım inanılır gibi değil,” dedi kendi kendine hayret ederek. Hayatın bizlere ne sürprizler hazırladığını bilemeyiz ki diye düşündü sonra, elleri ceplerinde, gözlükleri buğulu, düşmemek için küçük adımlarla yürüdü gitti.
Berna Olgun – edebiyathaber.net (31 Aralık 2015)