Küçük bir çocukken, zaman denen kavramla ilk defa tanışmamı hatırlıyorum. Dedemin boş bir kağıda çizdiği saatler, duvarda asılı olan yadigârdan hayli farklıydı. Zamanın ne olduğunu az çok kavramam, duvardaki bu büyücek saati, bir çocuğun dikkatiyle gözlemlemem sayesindedir.
Onunla pek haşır neşir olduğum o günlerde kendisine “Patron” ismini taktım. Patron herkese yüksekten bakan, heybetli bir adam gibiydi benim için. Esmer yüzü köşeliydi; çehresini sert ve buyurgan kılan, belki de bu özellikleriydi. Tepe kısmında öne doğru uzanan çıkıntı, alnına düşen sık ve gür saçları; alt kısmındaki altın rengi ve kesikli çizgilerden oluşan şeritse, onun yaşını ele veren ak bıyıkları gibiydi.
Patronun bu sert çehresiyle evdeki herkesi kontrol eder bir hali vardı. Onun önünde saygıyla durup bakmadan kimse dışarıya adım atmazdı. Yemek yemek için bile ondan izin istenirdi sanki.
Patron geceye ve gündüze de hükmediyordu. Durmaksızın koşturduğu için benim gözümde son derece çalışkan bir adamdı. Uykuya dalarken bile aynı tempoyla devam eden tiktaklarını duyardım; demek ki biz uyuduktan sonra bile çalışmaya devam ediyordu. Bu nedenle, patronluk makamını sonuna kadar hakettiğini düşünürdüm.
Onun çehresinde binbir türlü ifade yakalardım. Bütün bu ifade değişimlerini mümkün kılan, yüzünün tam ortasındaki burnundan çıkan ve sürekli hareket eden kollarıydı. O, kollarını belli bir konuma getirdiğinde hava kararmaya başlar; benim yakalayamadığım fakat onun bir işaretiyle gerçekleştiğine emin olduğum bir anda da gün doğmaya başlardı.
Patron böylece günlerce, aylarca, yıllarca çalıştı, didindi, yoruldu… Ve günlerden bir gün tekrar çalışmamak üzere durdu. Henüz emekliye ayrılma fırsatı bile bulamadan Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu… Eminim o gün bugündür de, cennetin bir köşesinde tiktaklamaya devam ediyordur.
İrem Üreten – edebiyathaber.net (21 Ocak 2016)