Çocukluk dönemimi çok özlüyorum. Bugünkü çocukların yaşadıkları çocukluğa bakınca özlemime biraz da acı karışıyor. Yalnız özlem benim, acı onlar adına. Böyle çocukluk mu olur, diye soruyorum kendime. Top oynayabilecekleri bir arsa kalmadı sokaklarda. Hoş, sokak da yok ya artık… Bisiklete binecekleri bir alan da yok dolayısıyla. Tüm bunların ışığında “Pal Sokağı Çocukları” geliyor aklıma. Bugün o kitabı okuyan çocuklar bizimle aynı anlamı çıkaramayacaklardır. Çünkü çok yabancı oldukları bir dünya var orada da. Dört duvar arasında, önlerinde bir ekran yalnız bir çocukluk dönemi geçiriyorlar. Odada birden fazla olsalar bile yalnızlık değişmiyor. Çünkü odadaki kişi sayısının iki katı sayıdaki göz ekranlara kilitlenmiş oluyor. Yanlarındakini görmüyorlar bile. Hâl böyle olunca mevsimler değişiyor, yaz geliyor geçiyor, kış esiyor geçiyor, ilkyaz, güz derken manzara hiç değişmiyor. Oysa ilkyazda sahibini bilmediğimiz bahçelerde eriklere dalardık. Yaz demek bisikletlerin sahaya inmesi demekti. Güzün, kışın başka başka güzelliği vardı. Kış, soba demekti örneğin. Üzerinde her daim kaynayan bir ıhlamur demliği. Akşamları ise kestane… Hele ki portakal kabuğunun soba üzerinde kararırken bıraktığı o hoş koku… Şimdinin fiziki şartları çok olanak vermese de bunlara, çocukların da çok umursadıklarını düşünmüyorum zaten. Günümüz çocuklarını kıskandığım tek husus onlar için yazılan kitaplardır. Bugün onlara sunulan çeşitlilikteki kitaplar da bizim dönemimizde yoktu. Neyse ki bu konuda onlardan geri kalmış değilim.
Bu kadar sözden sonra gelelim kitabımıza. Bugünkü kitap çocuklara mı yoksa yetişkinlere mi yazılmış emin olamadım aslında. Miyase Sertbarut’un yazdığı, Tudem Yayınları tarafından yayımlanan “Saat Canavarı” yaşı bugün 35-40 olanların çocukluk dönemlerinden bir kesit. Tüm öykülerde kendimi buldum. Bugünün yaşamı kolaylaştıran karmaşık teknolojisi, hızlı temposu yok bu kitapta. Az evvel sözünü ettiğim yaşam güzellikleri ile örmüş öykülerini yazar. Bu yüzden tereddütlüyüm, çocuklar ne düşünürler diye, kendilerine çok yabancı bu dünyayı okuduklarında.
Arka kapakta diyor ki; “Bu kitapta hayatın içinden gerçek çocukları bulacaksınız. Türlü mahallelerde dolaşıp evlerden birinde sizin gibi bir çocukla karşılaşacaksınız.” Evet, o gerçek çocuklardan biriyim ben. Fakat bugün okul, dershane, sportif kurslar ya da yetenek kursları arasında boğulan çocuklar gerçek çocuklar mı? Oyun alanlarının yokluğundan, basketbol/futbol oynasın diye kurslara taşınan bir nesilden söz ediyoruz değil mi? Yaşamlarının henüz başında kıyasıya rekabete tabi tuttuğumuz, yaşamın tüm acımasızlığıyla yoğurduğumuz çocuklardan…
Kitap on beş öyküden oluşuyor. Her biri insana dair, insanca davranmaya yönelik yol gösteren öyküler. Üzerinde yaşadığımız dünyanın yalnızca insanlar için değil kurbağalar, köpekler için de dönen bir küre olduğunu göstermeye çalışıyor çocuklara. Dedim ya insana dair, insancıl diye; “dayanışma”nın yaşamlara katacağı güzelliklere de dikkat çekiyor. Çocuklar kendilerinin yaşayamadığı fakat anne-babalarından dinledikleri bir dünyayı okuyacaklar bu kitapta.
Çocuklar okusunlar bu kitabı. Ütopya olduğunu düşünmesinler böyle bir dünyanın. Çünkü biz yaşadık tüm bu anlatılanları. Geçmişine özlem duyan, modern çağın kölesi olmuş, 35-40’lı yaşlarını yaşayanlar da okusunlar. Geçmişi anımsamakta yarar var. Belki biraz dinlendirir…
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (25 Ocak 2016)