Bir gün elinize bir el ilanı geçse ve üzerinde, “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet. Eski dostlarınız sizi aramaz mı oldu? Arkadaş edinmekte güçlük mü çekiyorsunuz? Kimse sizi anlamıyor mu? Başkalarıyla iletişim kurmakta zorlanıyor musunuz? Yalnız mısınız? Dert etmeyin. Artık JANUS var. İçinizde başkalarına yer açın,” yazıyor olsa, ilgilenir miydiniz? Daha önemlisi, yalnızlıktan kurtulmak için daha önce hiç tanımadığınız bir ölüyü içinize, zihninizin derinlerine almayı kabul eder miydiniz? İşte, Murat Gülsoy, Can Yayıncılık etiketiyle yayımlanmış “Yalnızlar için Çok Özel Bir Hizmet” isimli son romanında, bu sorulara ‘evet’ cevabını vermiş Mirat’ın, yalnızlığıyla başa çıkabilmek için JANUS’tan aldığı hizmetle birlikte başlayan yeni hayatını kaleme alıyor.
Üniversitede matematik öğretmenliği yapan Mirat Alsan, maruz kaldığı baskılar sonucunda emekli olmaya karar veriyor. Yeni hayatının başlamasıyla giderek artan yalnızlığından içten içe rahatsızlık duyduğunu hissedince, soluğu, el ilanı dağıtan bir gençten aldığı kâğıt parçasındaki yalnızlar için çok özel bir hizmet verildiği iddia edilen JANUS isimli bir çeşit zihin aktarım merkezinde alıyor. Mirat’ın, “ölen kişilerin zihinlerinin başkalarının zihinlerine aktarılabildiğini” iddia eden bu merkezle tanışmasıyla, beyninin içinde yerleştirilen ölüler ile kalabalıklaşan yalnızlığının, giderek nasıl daha karışık bir hale geldiği, yine Mirat’ın kaleminden okura aktarılıyor.
Kitap birbirinden ilginç dört bölümden oluşuyor. Kurguyu içeren Mirat’ın yeni hayatı anlatılmaya başlanmadan önce, okur ilk olarak “Sonra Yavaş Yavaş Delirdim” başlıklı önsöz ile karşılaşıyor. Bu önsöz, okurun bildiği diğer klasik önsözlerden biraz farklı çünkü önsözün içerisinde Borges’e bir mektup var. Hem de öylesine yazılmış bir mektup değil. İrdelendiğinde, Mirat’ın hikâyesinin anlatıldığı kurgunun çok daha derinlemesine sorgulanmasını sağlayacak kadar derin, kitap bittikten sonra yeniden okunacak kadar da önemli bir metin olarak okurun karşısına çıkıyor. Bununla birlikte, mektupta aslında başkarakterin neden ve nasıl yazdığına, yazmak ile ölüm arasında nasıl bir bağ kurabildiğine dair birden çok ipucu olduğundan, önsözü atlayarak hikâyeye geçmeyi tercih eden okurun, kurgu hakkında biraz olsun eksik kalacağı hissi uyandırıyor. Öyle ki, “Gerçi bir yerlerde demiştin; biz zaten ölülerle konuşan ölüleriz ama bunu unutuyoruz çoğu zaman, diye. Haklısın,” diyerek, okuru başkarakterin iç dünyasına yavaş yavaş sürüklemeye başlıyor. Başkarakter ve aynı zamanda kurgu içindeki yazar Mirat’ın, Borges’i Tanpınar ile kıyaslaması ise mektubun en etkileyici yanlarından bir bölümü. Borges ile Tanpınar’ı tanıştırdığı satırlar ise, kurgu ile bu kıyaslama arasında adeta bir köprü görevi görüyor. Ölmüş diğer usta yazarları da selamlayan başkarakter, bedeninin içinden birkaç ölü çıkardığını ve sonra yazdığını söyleyerek, kurguda merak unsurunu daha önsöz bölümünden zirveye taşımış oluyor.
İkinci bölüm yani kurgunun anlatılmaya başlandığı bölümde okurun ilk dikkatini çeken başkarakterin ismi oluyor. Alışılmışın dışında bir isim olarak Mirat’ın anlamının ayna olduğunu ilerleyen sayfalarda açıklayan başkarakterin, insanlara isminin Murat değil de Mirat olduğunu açıklama çabasından bıkmış tavrı ile birlikte eskimiş bir ceketin yıllar sonra çöpe atılması ve yerini yenisinin alması, isim, eşya gibi kavramların insanın karakteri üzerindeki etkilerini sorgulamasına kapı aralıyor. Okura, taşıdığımız isimlerin ya da sahip olduğumuz ve asla vazgeçemediğimiz, bizimle özleşmiş eşyalarımızın bizi nereye kadar biz yaptığı ya da bunların aslında ne kadar önemli sayılabileceği sorularını sorduruyor. Var olduğumuzu, ismimizle, cismimizle kanıtlamanın veyahut bağımlısı olduğumuz eşyaların, onlardan fiziki olarak kurtulsak bile, aklımızın bir köşesinde yer etmesi sayesinde başkalarının aklında da yer edinebilme düşüncesinin, belki de yalnızlığın bize oynadığı bir oyun olabileceği ikilemini akıllara getiriyor.
Kitabın temelinde Mirat’ın, yalnızlığının varlığı, yarattıkları ve getirdiği çaresizlik sonucu, zihninin içine bir ölüyü alıp onunla yeni bir hayatı paylaşabilmesi, onun gibi davranıp biraz olsun, sıkıldığı benliğinden uzaklaşabilmesi en saf haliyle okura aktarılıyor. Kitap, yalnızlığın bir insanı getirebileceği son noktaları, deliliğin sınırlarında dolaşan, zihnine ölüleri aldıktan sonra başına neler geleceğini bilmeden ve daha da önemlisi umursamadan, belki de gerçek kimliğine bu şekilde erişebileceğine inanan bir karakteri barındıran kurgusuyla, okuru etkisi altına almayı başarıyor. Adeta kazanma hırsı uğruna hiçbir strateji belirlemeden savaşın ortasına kendini atan bir komutan gibi, Mirat da yalnızlıkla mücadele uğraşısında ayakta kalmaya çalışıyor, zafere ulaşmaya, benden çıkıp biz olmaya, en basit ve insani haliyle ise derdini anlatabileceği ve onu gerçekten dinleyecek birilerine ihtiyaç duyuyor. Okur da bu şekilde Mirat’ın zihninde yaşamaya başlayan ölü karakterler Esra ve Tuncay ile tanışmış, onların karakterlerini Mirat’ın davranışlarından çözmeye başlamış ve sonunda da yalnızlığın en acı yüzüyle tanışmış oluyor.
Biçimsel olarak pek çok kitaptan ayrılan kitapta, aynı paragraf içinde kimi zaman birinci kimi zaman üçüncü tekil şahıs kullanıldığı görülüyor. Bu da, Gülsoy’un, yazar olan başkarakter Mirat eliyle yalnızlığı biçimsel olarak, kurgudan bağımsız ve farklı bir yöntemle temaya dâhil ettiğini gösteriyor. Ayrıca, olağanüstü bir olay üzerinden işlenmiş olan kurgunun tek bir türe ait olmadığı rahatlıkla anlaşılabiliyor. Bu da okurun aynı kitabın içinde birden farklı türe tanık olmasını sağlıyor, bir nevi okuru doyuma ulaştırıyor.
Okur, sonsöz ve ekler bölümüne geldiğinde yalnızlık ve yazarlık ilişkisinin tam ortasında buluyor kendini. Başkarakter, yalnızlıktan kurtulmanın, yegâne çıkış yolunun yazarak kurtulmaktan geçip geçmediği hakkında kendiyle konuşurken, ölüme, intihara, deliliğe dair notlarını paylaşıyor. Borges’e yazılan bir mektup ile başlayan hikâye, Nerval’e ait dizelerini işleyerek son buluyor. Sayıların anlamlarını içeren ekler bölümüyle birlikte, kısa notları, okuru başkarakterin yaşadığı içsel sorgusunun dibine kadar indirmeyi başarıyor. Ve akıllarda yer edecek pek çok satır arasında, yalnızlıkla nasıl mücadele edilebileceğine dair özelikle yazma eylemi hakkında oldukça ilgi çekici gözlemlere yer veriliyor.
“Ben metinlerden ördüğüm bu labirentte kendimi kaybedeceğim. Değil başkaları, asıl ben bulmamalıyım kendimi. Gücüm yettiği kadar yazmaya devam edeceğim. Metinlerin arasında oluşan bu sonsuzluk beni ürkütmüyor artık. Gözümü dikip bakıyorum kendi yarattığım uçuruma…”
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (29 Ocak 2016)