İnanç, kültür, gelenek, dil… gibi yüzyıllardan süzülerek oluşan bir toplum yapısının ayarlarıyla oynanırsa ne olur? Ortak yaşam alanlarında, ortak sorunsalları paylaşmalarına rağmen gün gelip birbirlerine düşman mı olurlar? Ama düşmanlık bir yana, yaşamın asıl önceliklerini karıştırıp hayatı kendilerine zehir edebilirler. İnançları, gelenekleri… yaşamın gerekliliklerinin önüne geçirip, kışkırtmaların, politik çıkarların kurbanı olabilirler. Bütün bunlarla karşılaşmak için çok uzakta olmak gerekmiyor. Biz gelenek diyelim, siz modern yaşamın dayatmaları deyin. Fark etmiyor. Temel sorun, toplumu ve insanları birbirine bağlayan yapısal durumlara müdahaleyle başlıyor.
Kenyalı yazar Ngügi Wa Thıong’o, Aradaki Nehir’de, öyle bir soruna parmak basıyor ki, bu sorun şimdilerde Ortadoğu’da, bütün çıplaklığıyla kanıyor. Metni okuduktan sonra Thıong’o, onlarca siyasi kitap yazsa idi gerçeğin özüne bu kadar inemezdi diye düşünüyor insan. Zira gerçek, -biraz da- günlük yaşamda öne çıkan temel ihtiyaçlar ve insan ilişkileriyle şekilleniyor. Sevgi, dostluk, dayanışma… gibi insana iyi gelen dürtülerin bastırılmasının bir nedeni var elbette. Düşmanlık, kin, nefret…ise çabuk tutuşup alev alan bir madde ve kolay bulunuyor. Yalnız sonuçları çok ağır oluyor.
Beyaz adamın icraatları
Peki, bu kolaylığın önüne geçmek için ne yapmak gerekiyor? Bunun için Thıong’o, gibi yazarlara ve edebiyata çok ihtiyaç var. Bir toplumun refleksi ve davranışları tek bir nedene ve duruma indirgendiği taktirde çözüm de daha başından ıskalanıyor. Aynı şey insan için de geçerli. Ortaya çıkan vurucu bir davranışın dolaylı yollardan geldiğini, kendini gösterdiği andan itibaren yanıltıcı nedenlerle bağlantıya geçtiğini unutmayalım. Bakmayın siz Thıong’o’nu Aradaki Nehir dediğine. O nehir, Kenya’nın dağ köylerinde yaşayan Gikuyu insanlarının arasına bir mesafe koymuyor. Bir mesafe var evet, ama o mesafeyi daha başından “beyaz adam” koyuyor.
Hikaye çok bildik. Beyaz adamlar Afrika’ya kendi yaşam biçimleri, kültürleri, alışkanlıklarıyla hücum ettiğinde başlıyor sorun. Metin tam da bu çelişik durum üzerinde şekilleniyor. Karşımıza ise bir zamanlar ortak inanç ve kültüre sahip oldukları halde ikiye bölünmüş bir toplum çıkarıyor yazar. Bir tarafta beyaz yerleşimcilerin dini ritüel ve inancını benimseyenlerle, diğer tarafta atalarının inancını sürdürenler. Bir de Waiyaki var tabii. Beyazların asimilasyonları sonucu oluşan değer yitimine karşı tetikte olduğu gibi, atalarının zamana uymayan yöntemlerine karşı da eleştirel bir yerde duruyor. Ana karakter Waiyaki’nin odaklandığı tek şey ise Gikuyu halkını birleştirmek. Fakat bu hiç de kolay olmuyor. Yani Waiyaki böyle bir amaç taşısa da, olaylar ve gelişmeler ona da çok şey öğretiyor.
Zira batıl inançları olan Waiyaki, “sırt köylülerinin inandığı şeylere inanırdı. Siriana Misyonu, bunu değiştirmeyi başaracak hiçbir şey yapmamıştı. Babası, Beyaz Adam’ın adetlerinin onu kirletmesine karış uyarmıştı Waiyaki’yi. Yine de bazen merak ediyordu. Sırtlarda yaymaya çalıştığı eğitim de bir kirlenme değil miydi?”
İki tepe, iki ayrı yaşam şekli…
Yazarın, kadın ve erkeklerin sünneti gibi bir toplumun (Kenya) inanç ve gelenekleriyle ilintili daha birçok unsuru ikili halleriyle kurguladığını belirtelim ilkin. Tabii bu kurguda, olayların tarihsel arka planının göründüğünü de hatırlatarak. Dış etkiyle terk edilen birçok toplumsal ritüelin tekrar niye geri geldiği ise önemli. Zira iki tepe, iki ayrı yaşam şekli üzerinden tezahür eden olaylar sonucu başlıyor kırılma.
Dolayısıyla, bir tepede sömürgecilerin inançlarını ve yaşam şeklini benimseyen halk ve onu temsilen lider konumundaki yaşlı Joshua yer alırken, diğer tepede de, geleneklerin sürdürücüsü ama beyazların eğitim, bilgi gibi iyi yanlarını alıp geliştirip, yaşatarak halkı daha sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışan Chege bulunuyor. Waiyaki ise babası Chege öldükten sonra harekete geçiyor. Babası Chege’nin de vasiyeti de olduğu üzre, bu amaç için kolları sıvayan Waiyaki sayesinde “okullar mantar gibi” türemeye başlıyor. “Okullar genellikle dama aceleyle samandan örülmüş barakalardan ibaretti. Ama yine de insanların, açlığın simgeleri olarak varlardı. Pek azı Beyaz Adam’ın yolunu izlemek istiyordu; ama hepsi bu şeyi, bu sihri istiyordu. Bu işi elbirliğiyle yapma gayreti, kabilenin dayanışma usulüne bir saygı duruşuydu. Kendi yaptıkları, kendi hayal güçlerinin biçimlendirdiği bir şeye sahip olmakta kararlıydılar.”
Tabii bu arada, kötülüğün sadece dışarıdan, “beyaz adam”dan geldiğini düşünmeyelim. Eski kabile reisinin statükosunu yitirme korkusuyla, Waiyaki’ye karşı duyduğu kıskançlık ve çevirdiği dolaplar iyi olan bir şeyin önüne rahatlıkla geçebiliyor. Böylelikle metin; zaman, kültür, inanç… ne kadar farklı olursa olsun, asimilasyona, sömürüye uğrayan toplumların fazlasıyla ortak yönleri olduğuna dair çok şey fısıldamakla kalmayıp, günümüze dair önemli şeyler söylüyor.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (3 Şubat 2016)