Mayıs ayının onaltısıydı… Tüm kasabayı darmadağın eden çetin kış ayları, yerini yemyeşil ağaçlara ve etraftaki matem havasını kırmak için adeta çabalayan kuş seslerine bırakmıştı. Güneş yeryüzünü ısıtıyordu elbette, fakat bu bile Ömer’in içinde kopmaya devam eden fırtınalara engel olamıyordu.
Uzun zaman önce nice acılarla bırakıp gitmek zorunda kaldığı memleketine yıllar sonra tekrar dönmüştü. Arabadan inerken kendisine mahcup bir gülümseme ile ‘’hoş geldin’’ der gibi ayaklarının altına serilen çimenlerle kaplı patika yol, yıllar önce kanla sulanmış çamurlu bir elveda ile uğurlamıştı onu. Kendi elleriyle teker teker, özenle, yara bere içinde kalarak çaktığı muntazam ahşap çitler kirlenmiş, yıpranmış, boyaları kavlamış ve her bir çıta ayrı bir köşeye dağılmıştı. Bahçenin kapısı bir zamanlar Ömer’in yuvam dediği yerin bekçiliğini yapmaktan öyle bezmiş ve aşağı sarkmış olacak ki, içeriye girmek için aralamak istediğinde toprağa sürterek açabildi.
Evinin kapısının eşiğine geldiğinde şöyle bir durdu, gözlerini kapattı ve derin bir iç çekti. Yıllar sonra geride bıraktığı anılarıyla yeniden yüzleşmek için yeterince hazır olup olmadığından emin değildi. Evin dış kapısının soluk ve lekeli grimsi rengine bakarken bunun aslında biricik sevdiceği Berfin’in seçtiği gök mavisi renk olduğunu anımsadı.
Kapıyı aralayıp eşikten içeriye aynı kararsızlıkla adımını attı. Gördükleri, kadınıyla birlikte mutlu bir yaşam sürüp, biri oğlan diğeri kız, iki çocuklarını büyütecekleri cennet köşesinin korunaklı ve güvenli duvarlarından çok, yıllardır boş durmaktan döküntü haline gelmiş sıvalar ve kırık camlardı. Bütün bir gün çiftlikte çalışmaktan yorgun düşüp eve geldiğinde, akşam yemeğinden sonra kahvesini şöminenin karşısında yudumlarken çocuklarına Dede Korkut hikâyeleri anlatmayı düşlediği salonun hâkim köşesi, artık sadece sokak kedilerine ve ayyaşlara mesken olmuştu. Tüm karanlık ve gayrimeşru geçmişinin üzerine bir sünger çektiği, huzur ve mutluluk kokan yuvası, tinercilerin ısınmak için içerisinde ateş yaktıkları zeytinyağı tenekesinden gelen yanmış plastik kokusu tarafından yutulmuştu.
Evin içine girdikten sonra üzerine binen anılar ağırlaşmaya başladı… Boş ve kurak bu arazi üzerinde mucizeler yaratacağına dair karısına yeminler ettiği pencerenin önüne gelerek bir sigara daha yaktı ve elini pencerenin pervazına yaslayarak dışarıya şöyle bir baktı. Bu kadar imkânsız olamazdı yeniden başlamak… Bu kadar zor olmamalıydı o kirli dünyayı terk edip doğru dürüst yaşamaya çalışmak, eski bir kabadayı için… Sigarasından bir nefes daha çekerken yedi yıl önce öldürdüğü son adam aklına geldi:
‘’Bana bunu nasıl yaptın Şeref?’’ diye mırıldandı.
Karanlık geçmişinden silemediği tek insandı Şeref. Sırt sırta vuruştuğu, düşmanlarını yere sererken pek çok kez hayatını kurtardığı silah arkadaşı Şeref ona ihanet etmişti. Ömer’in yerini öğrenmeye gelen düşmanları onu gafil avladığında kendisine yapılan işkencelerle kan kusarken iki dudağının arasından dökülen iki kelime sayesinde hayatta kalabilmişti: ‘’ Ceyhan… Yılankale…’’
Tetiği çekmeden önce ölümüne gözyaşı döktüğü tek insan olan Şeref’in son sözleri hala beyninde yankılanıyordu: ‘’Vur kardaşım…! Vur…! Ne yaparsak nafile… Su testisi su yolunda kırılırmış…’’
Erdem Can Özdemir – edebiyathaber.net (11 Şubat 2016)