Geçmiş hep oradadır, uzak ya da yakın. En umulmadık zamanlarda arz-ı endam eden bir anı, hatırlanamayan ya da hatırlanmak istenmeyen olayları sarmalayan sıkı bir kuşak misali bugünün peşini bırakmaz. Sırf canımız istemiyor diye geçmişten vazgeçemediğimiz gibi sadece dilediğimiz için de geçmişi hatırlamamız mümkün değildir. Geçmiş, bugünün yakalanmasıdır ve geçmişin geri dönüşü sadece “şimdi”ye olabilir.
Peki bir insanın hatırlamamaya karar vermesi mümkün müdür? Anıların hem ısrarcılığı hem hegemonyası ve aniden hücumu kontrolün çok ötesinde hatta dışındadır.
Geçmişten söz edebilmek yasaklanmış da olabilir. Devlet, hükümet hatta aile hatıraların bugüne muhtaçlığını yani şimdiye aktarımını yasaklamış olabilir. Fakat anıları taşıyan bellekler sözcüklerle birlikte defterlere dökülebilir, bunlar gizlense bile günün birinde ortaya çıkabilir. Geçmişin en büyük amacı şimdiye dönmektir. O su gibidir hem sızlar hem yolunu bulur. Hatıra defterleri sırf bu nedenle çok güzeldir belki de. Onlarla birlikte tarihi yeniden okuruz. Geçmişten manzaralar görürüz acısıyla tatlısıyla içimize işleyen. Lakin anı okumak roman okumak gibi değildir; çünkü yaşanılan her şey gerçektir.
Apraham Kasapyan’ın hatıra defterini okurken işte bu yüzden çok sarsıldığımı itiraf etmeliyim. Bir roman akıcılığıyla okunuyor bu kitap, dili öylesine içten öylesine sade. Kasapyan’ın sesi kulağınıza varıyor. Gerçeği işitiyorsunuz.
Tanıklıklar birer inşadır aslında, yasakların egemenliğini zayıflatan. Apraham Kasapyan 1902 yılında eski adıyla Rodosto’da (Tekirdağ) doğuyor. Çocukluğuna dair ilk hatırası İkinci Meşrutiyetin ilan edilerek Anayasa’nın yeniden yürürlüğe girmesini kutlamak için Tekirdağ hükümet konağına götürülmesi. O günü anlatırken “Sözlerini bugün bile hatırladığım Anayasa Marşı’nı söyledik.” satırlarını ekliyor hatıratına.
Çocukluğu bakkallık yapan babasına yardım etmekle devam ederken -ki ticaret hayatının ilk tecrübesi de askerlere öteberi satmakla başlamış- 1911’de Balkan Harbi başlıyor. Kitapta 1915 öncesinde Tekirdağ’da yaşayan Ermenilere ait bilgileri içeren 2 sayfalık bir bölüm var, bu bölümden sonra sürgün yıllarına açılıyor sayfalar. Ölümün kıyısında diye bir tabir vardır ya hani mücadelenin zorluğunu tasvir ederken söylenir. 13 yaşındaki Apraham Kasapyan’ın 3.5 yıllık sürgünü ölümün kıyısında değil ölümün içinde geçmiş.
“Bu yolun Ermeniler için bir ölüm yolculuğu olduğu anlaşılmıştı artık. Açlıktan, hastalıktan ölenlerin haddi hesabı yoktu. İnsanlar o kadar umutsuz durumdaydı ki, ölenler için ağlayacakları yerde “O da kurtuldu!” diye seviniyorlardı.” Sahibi olanlar tepelere bir yere gömülüyor; sahipsizler ise gömülmeden öylece ortada bırakılıyordu.”
Kendi halası dizanteriden öldüğünde, onu bulundukları yerdeki ovanın bir kenarına gömmüşlerdi. Dedesi de Kilis’te bir bağa gömülmüştü. Üstelik bu korkunç koşullarda hayatta kalabilmek için para kazanmak zorundaydılar, hem bir lokma ekmek alabilmek hem de en ufak bir izin için rüşvet kollayan askerlere para verebilmek için. Bu nedenle tehcir boyunca babası ile ellerinden geldikçe bir şeyler alıp satmaya devam ettiler. Aslında bu satırlar Apraham Kasapyan’ın ömrünün özeti gibi. Sürekli çalışmak, yarın ne olacak endişesiyle hep çalışmak. Her seferinde yıkılsa da ayağa kalkmak.
Sürgünden kurtuluşları ise Kasapyan’ın tabiriyle iyi yürekli Kilis Kaymakamı Ali ihsan bey sayesinde olmuştu. Boğos eniştesinin Malkara’dan ahbabı olan Ali İhsan bey Katma’ya gelip 33 kişinin Kilis’e hareket etmesi emrini vermişti.
Kurtulmuşlardı, en azından bir cehennemden çıkmayı başarmışlardı. Hayata tutunmaya devam etme vaktiydi. İstanbul’a geldiler Tekirdağ’a döndüler ve sonra tekrar İstanbul’a. Yolculuk bitmiş miydi peki? Elbette ki hayır, Apraham Kasapyan’a Paris yolları görünmüştü. Pasaportunu ayarladığı gibi Paris’e doğru ekmeğinin peşine düştü. Ayakkabıcılık mı dersiniz, boyacılık mı yoksa dondurma satıcılığı mı? Sonra Romanya’ya gitti çalışmak için.
Tekrar İstanbul’a dönüp evlendi Apraham Kasapyan. Eşine olan bağlılığını, aşkını onu nasıl baş tacı ettiğini de en az diğer satırları kadar içtenlikle yazmış.
Bu arada karısı ile el ele verip işleri yoluna sokmayı başarmıştı. Açıkçası bu satırları okurken onca acıdan sonra bir rahat nefes aldı diye sevinmemek mümkün değil. Tabii bu sevinç uzun sürmedi.
“1941’de Ermenileri, Rumları ve Yahudileri 22 tertip askere çağırdılar; yani 23’le 45 yaş arası bütün erkekleri….”
İkinci sürgün böylelikle başlamış oldu. İşleri eşi idare etmeye başlamıştı ayakkabıcı açmışlardı satışlar da iyiydi. Kasapyan nafıa askerliğinden döndükten sonra bir dükkan daha açtılar. Ama bir beladan diğerine geçmek hiç de zor değildi, şimdi sıra Varlık Vergisine gelmişti.
“Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen herkes Aşkale’ye sürgüne gönderilecekti. Bir süre sonra 78 yaşındaki komşum Asadur Efendi’yi Aşkale’ye gönderdiler.”
Bu adeta ölümcül darbe olmuştu. Tastamam yıkılma sonra her şeye rağmen ayağa kalkma. Bir ömre kaç devrilme sığabilir? Hep sıfırdan başlayarak, umudu yitirmeden çarpışabilmek hiç de kolay olmasa gerek.
Apraham Kasapyan özetleyerek yazdım dediği hatıralarını anlatırken bunları kimsenin okumayacağını bildiğini yazmış. İyi ki yazmış. İyi ki okuduk. Ve en önemlisi iyi ki hatırası hafızamız oldu.
Melike Karaosmanoğlu – edebiyathaber.net (24 Şubat 2016)