Fanzin: Uğursuz oyuncak | Mustafa Çöçelli

Mart 13, 1980

Fanzin: Uğursuz oyuncak | Mustafa Çöçelli

mustafaaYaz sıcağının yakıcılığını yitirmeye başladığı eylül ayının son günlerinde, “14. Geleneksel Ayancık Panayırı” kasabanın hemen dışındaki vadide kurulmuştu.  Kasaba halkının efsaneleştirdiği panayırın kimine göre yüzüncüsü düzenleniyordu. Türlü türlü yiyeceklerin, giyeceklerin satıldığı tezgâhlardan tutun da atış poligonlarına, hokkabazlık gösterilerine, kutu açma oyunlarına varana dek, her türlü eğlenceliği bulmak mümkündü. Kadınlar satın almayacakları eşarpları, yelekleri, entarileri denemekle meşgul oldukları seyyar dükkânları mesken tutmuştu. Çocuklar, anne-babalarını elbiselerinden çekiştirerek götürmeye çalıştıkları eğlence yerlerini hedef olarak seçmişlerdi. Babaların asli görevi, yılda bir defa düzenlenen bu organizasyon için ellerini ceplerine atmaktan ibaretti.

Küçük veletler, bu yıl panayıra ilk defa getirilen, atlıkarınca etrafında toplanmışlardı. Yere sabitlenmiş kocaman direk etrafında dönen, kimilerinin değirmen diye adlandırdığı kocaman nesne dedelerin bile ilgisini çekmeyi başarmıştı. Eli bastonlu ihtiyarlar da çocukların yanına sokuluyor; bu rengârenk, acayip oyuncakların heyecanına kapılıyordu. Hipodromda yarışırmışçasına birbirleri ardına sıralanan, ata benzetilmiş oturaklar üzerine bindirilen ufaklıkların keyiflerine diyecek yoktu.

Gelin atı olduğu günleri çoktan geride bırakan, beyazlığı yalnızca isminde kalmış olan Karbeyaz, sahibi Hüseyin’in yanında kesik kesik soluyordu. O da Hüseyin Efendi gibi, ufak kopyalarının yerleştirildiği atlıkarınca denilen oyuncağı dikkatlice izliyordu. Hüseyin, panayır alanının kurulduğu kasabaya Gümüşçayır köyünden geliyordu. Kırk beş yaşlarında, zayıf, çelimsiz, kısa boylu olan Hüseyin, güneşin yakmasa da sıcaklığını hissettirdiği bu günde, kafasından kasketini, sırtından da ceketini eksik etmemişti. Geçen yıllarda böyle bir oyuncak yoktu panayırda. Çocukların eğlencesi, köylülerin atları olmuştu hep. Hüseyin gibi panayırda üç-beş kuruş kazanmak isteyen köylüler, şenlik alanına atları ile gelir, cuzi bir miktar ücret karşılığında beş dakikayı geçmeyecek şekilde ufaklıklara çevreyi dolaştırırlardı. Çocuklar sürekli sırada beklediği için, atlar hiç boş kalmazdı. Atların yularına ulaşamayan küçük çocuklar, yelesinden tutar, üzengiler de boşlukta sallanırdı. Böyle zamanlarda at sahipleri, ufaklıklara yani müşterilerine elle destek verir, düşmelerine neden olacak kazalara fırsat tanımazlardı. Ne de olsa müşteri velinimetti. Geçen yıllarda köylülerin atları önünde yığılan kalabalık, bu yıl şu uğursuz oyuncak yöresinde kümelenmişti. Anlaşılan veletler panayır için ayırdıkları harçlıklarını, sahte atlara binerek tüketeceklerdi. Sırası gelen, birkaç dakikalık eğlenceden sonra, koşa koşa atlıkarınca sırasına tekrar giriyordu. Anlaşılan, Hüseyin ve yanındaki diğer garibanlar bu sene topu atmıştı.

Hüseyin, panayırdan ümidini kesti. Ceplerini yokladı. Şalvarında bozuk paralar şıngırdadı. Bu saatten sonra köyüne dönse napacaktı? Karbeyazı bağladığı çitleri iyice bir kontrol etti. Yaşlı hayvanın kaçacak hali yoktu ya, yine de tedbiri elden bırakmamakta fayda vardı.

“Hele, Ramazan, beygire göz kulak ol da, şu fırıldak ne menem bi şeydir, yakından bakam.” dedi, Hüseyin.

“Tamamdır, Hüseyin Emmi. Zaten bir yere gittiğimiz yok. Anlaşılan akşama kadar oturacaz burda,” diye karşılık verdi, yanındaki genç köylüsü.

Hüseyin, köylü garibanların yanından ayrılıp atlıkarıncanın bilet kuyruğuna girdi. Gişe, oyuncağın biraz önüne koyulmuş, derme çatma, taşınabilir bir kulübeden ibaretti. Hüseyin bir bilet istedi. Çocuklarıyla birlikte sıraya giren anne-babalar olduğu için gişedeki eleman, Hüseyin’den şüphelenmeden parasını alıp, biletini verdi. Atlıkarınca başındaki görevli eğlenceyi uzun tutmadan bitirip yeni topluluğu oturaklara yerleştiriyordu.  Sırada çok fazla çocuk vardı. Kazanılacak bir o kadar da para. Çok geçmeden, Hüseyin’in de içinde olduğu gruba sıra geldi. Bir önceki ufaklıklar platformu boşaltırken, sırası gelen afacanlar atı andıran oturaklar üstüne yerleşmeye başladı. Hüseyin de gözüne kestirdiği, kahverengi bir oyuncak beygir üstüne kendini attı. Görevli önce ne yapacağını şaşırdı. Elini kolunu sallayarak Hüseyin’e bağırdı.

“Hop, hemşerim, n’apıyosun ? Çocuklar için bu oyuncak. Kocaman adamsın.”

“Parasını ödedim hemşerim,” diyerek çıkıştı, Hüseyin.

“Yav, olur mu öyle şey? Çocuklar için bu oyuncak. Baksana yazıyor orda,” dedi görevli. Elini gişenin önünde asılı duran tabelaya doğrultmuştu.

“Benim okumam, yazmam yok, hemşerim,” dedi Hüseyin.

“Dayı sen başa bela mısın? Bak sırada, tonla adam var. Kalk şurdan da, işimize gücümüze bakalım,” dedi görevli. Sabrı kalmamıştı artık.

“Satmasaydınız, hemşerim. Zorla almadım ki bileti. Senin patronun kesti. Nah burda!” dedi Hüseyin, elindeki bileti herkesin göreceği şekilde sallarken.

Hüseyin, görevli ile tartışmıyor, adeta sözle güreşiyordu. Panayırın verdiği coşkunlukla, işin eğlencesinde olan kasaba halkı, Hüseyin’den yana çıkıp, tartışmaya müdahale etti.

“Adamı bırakın, zaten ufacık. Baksanıza! ”

“Belli ki, çocukluğunu yaşayamamış fıkara. Bırakın eğlensin garip.”

“Adam bilet almış, para vermiş. Satmasaydınız. Haklı!”

“Adamı kaldıracaksanız, arkadaki oğlanı da kaldırın. En az iki katı çeker bu adamın.”

Arkadaki toraman oğlan elindeki pamuk şekeri yalayıp duruyordu. Öteki çocuklar ise şaşkınlıkla bakıyorlardı büyüklerin bağırış çağırışlarına.

Görevli, bir Hüseyin’e baktı, bir çevresindeki kalabalığa. Kısa boylu, çelimsiz halinden midir, yoksa altındaki oturağa abanmasından mıdır, bilemeden vücut ölçülerinin bir çocuktan pek de farkı olmadığını düşündü. Gişedeki patronuyla göz göze gelip, onun onayını aldıktan sonra, Hüseyin’in afacanların arasına katılmasına razı oldu. Toplanan kasabalılardan tezahürat, alkış, kıyamet koptu. Hüseyin oturağın tutacak yerlerine yani altındaki beygirin kulaklarına iyice yapıştı. Zemin dönmeye başlayınca, içi bir hoş oldu. Hiç köydeki atlara binmeye benzemiyordu. Afacanların niye bu kadar azdıkları şimdi belli oluyordu. Zeminin hızı arttıkça, Hüseyin’in de küt küt atan kalbi yerinde duramıyor, dünya ayağının altından kayıyordu sanki. Etrafına bakınıyordu ama çevresindeki kalabalık, gariban köylüler, görevli adam, ne kadar kasabalı varsa hepsi birbirine karışmıştı. Düşeceğini sandığı kasketini tuttu. Eski ceketi bir pelerin gibi rüzgâra kapılmış, süzülüyordu. Hem bitsin istiyordu bu şamata, hem de birazcık daha devam etsin. Karbeyaz’ın yularından çekse hemen dururdu. Biçimsiz oturağın neresinden çekerse çeksin duracağı yoktu, alıp başını gidiyordu. Bereket, insanların yüzlerini yavaş yavaş seçmeye başladı, uğursuz oyuncak uysallaşıyordu. Dünya durdu sonunda.

İyisi mi, fırsatı bulmuşken, Karbeyaz da çok kıskanmaya başlamadan, emektar beygirinin yanına dönmekte fayda vardı. Yeniden döndürmeye kalkarlardı dünyayı, neme lazım. Kalabalık, Hüseyin’i alkışlarlarla, tezhüratlarla karşıladı. Hüseyin sesiz sedasız kalabalığı yararak Karbeyaz’ın yanına vardı. Cebindeki son parasıyla uğursuz oyuncağa bilet almıştı. “Battı balık yan gider, batsın battığı kadar.,” demişti atının yanına doğru yürürken.

Karbeyaz’ı çite bağladığı ipi çözdü. Genç köylüsünün bakışları arasında panayır kalabalığının, gürültüsünün, keşmekeşinin içinden usulcacık geçerek köyünün yolunu tuttu. “15. Geleneksel Ayancık Panayırı” dan başlayarak, sonraki yıllarda düzenlenen şenliklere bir daha gelmedi.

Mustafa Çöçelli – edebiyathaber.net (25 Şubat 2016)

Yorum yapın