1954 yılında yazdığı Sineklerin Tanrısı kitabında insanı, içindeki kötülüğü ve kötülüğün toplumda nasıl olup da bulaşıcılığı yüksek bir salgın etkisi yarattığını anlatıyor William Golding. Oysa sadece çocuklar var kitapta bir de domuzlar ve bir de Sineklerin Tanrısı. Çocuklar var çünkü sadece kendini değil insanı ve toplumu da anlamak isteyen okura insanın doğasını, en primitif hali ile nasıl yaşadığı, nasıl düşündüğü ve nasıl davrandığını göstermeye çalışıyor.
Ülkelerinde sürmekte olan ve gelecekte bir atom savaşına dönüşmesinden korkulan savaştan uzaklaştırabilmek için altı ile on iki yaşları arasında bir uçak dolusu çocuğu güvenilir bir yere götürürken içinde bulundukları uçak düşürülür. Sonradan anlaşılıyor ki insan eli değmediğinden olsa gerek, uçağın düştüğü, bu alegorik ( simgesel anlamları olan ) hikayenin geçtiği yer, aslında dünyanın cenneti andıran adalarından biridir. Ancak başlangıçta neredeyse uçağın düştüğüne sevinen, orda olmaktan mutlu olan çocuklar gün geçtikçe bir cehennemin ortasında bulurlar kendilerini.
Neden Sineklerin Tanrısı? İnanışa göre cehennem hükümdarları, düşmüş dokuz meleğin oluşturduğu koronun şefi Baalzebub, İncil’de geçen adıyla şeytanların efendisidir. ‘Baal’, Kenan Ülkesi’nin çok tanrılı inancına göre en kudretli tanrı anlamına gelirken İbraniler, Kenan Ülkesi’ni işgal ettiklerinde bir aşağılama, yerme amacı güderek olsa gerek bu adı sineklerin yaratıcısı, tanrısı, efendisi, ‘Baalzebub’ olarak anlam değişikliğine uğratırlar. ‘Baal’ İbranice efendi anlamına gelirken bu anlam değişikliğinde baal – beetle (kanatlı böcek) kökeni kullanılmış olabilir ki İngilizler de kutsal kitaplarında şeytanı Beelzebub olarak adlandırmışlar. Sineklerin Tanrısı’ nın, insanın nefsini, kibrini besleyerek kötülüğe yönelttiğine inanılıyor. Golding’in anlatmaya çalıştığıysa insan içindeki kötülükle, şeytanıyla birlikte yaşar.
Adaya düştüklerinde ön plana çıkan çocukların başlangıçta önceki yaşamlarında öğrendikleri kurallarla hareket ettiklerini görürüz. Aklı ve sağduyuyu simgeleyen Domuzcuk’un yardımıyla lagünde buldukları deniz minaresinden herkesin duyabileceği bir ses çıkarabilen Ralph’i çocuklar kendilerine başkan seçerler. Başkan olmak isteyen diğer bir çocuk, Jack de önder nitelikleri taşıyan bir çocuktur ancak Ralph eşitlikten, iyilikten, dostluktan yanayken Jack, lider vasfında baskı, zorbalık ve kötülüğü sergiler. Domuzcuk, Ralph’e Jack’ten söz ederken: ‘‘Ben öyle uzun zamanlar yataklarda yattım ki (astımı nedeni ile sık hastalanmıştır) düşünmeye vakit buldum. İnsanları bilirim ben. Kendimi bilirim. Onu da bilirim. Sana şimdi zarar veremiyor. Ama sen önünden çekilirsen, senden sonra gelenin canını yakacak. O da ben olacağım.” der.
Adadan kurtulabilmelerinin yolunun geçen gemilerin, uçakların dumanı görebilmesi için ateş yakmak olduğunu düşünürler ki yarattıkları felaketler ilk yaktıkları ateşle başlar.
Adaya, uçağı saldırıya uğrayıp paraşütü açılarak bir pilot düşer. Uzaktan görüldüğünde takılı kaldığı ağaç ve kayalıklarda rüzgarın etkisi ile hareket ettiği imajı veren ölü pilot, çocuklarda adada vahşi bir canavarın var olduğu korkusu yaratır. Simon, içinde farklı bir dünya barındıran, garip, hikayede saf iyiliği simgeleyen bir çocuktur, bir canavarın gerçekten var olup olmadığını tartıştıkları sırada “bizden başka canavar yok belki de” diyerek iç dünyasını ortaya koyar. Gidip canavarın gerçekte ne olduğunu görmek ister ve tek başına kayalıklara doğru tırmanır. Gerçeği görür. Dönerken Sineklerin Tanrısı onunla konuşur: ‘‘Canavarın avlanıp öldürülebilecek bir şey olduğunu sanmak da nerden aklınıza geldi? Sen biliyordun değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun. Sizlere öyle yakın, öyle yakın, öyle yakınım ki! Her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun değil mi? Seni istemiyorlar. Anladın mı? Biz eğleneceğiz bu adada! Onun için bir haltlar çevirmeye kalkma, benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, yoksa… Yoksa, dedi Sineklerin Tanrısı, seni yok ederiz. Anladın mı? Jack, Roger, Maurice, Robert, Bill, Domuzcuk ve Ralph. Yok ederiz. Anladın mı?”
Bu hikaye bir yandan insanın içindeki varoluşsal iyilik ve kötülükten bahsederken daha da önemlisi bir toplumda kötülüğün ve iyiliğin diğerlerini nasıl etki altına aldığını gözler önüne serer. Ne yazık ki çocukların çoğu Jack’ten yani kötülükten, zorbalıktan, vahşilikten yana çıkar ama düşününce bunun gerçek nedeni gerçekten kötü olmaları değil, güçsüz olmalarıdır. Ralph’ın ve Domuzcuk’un yanında kalıp barınak kurmak, ateş yakmak gibi sıkıcı işler, deniz minaresini elinde tutma sırası geldiğinde söz hakkına sahip olmak gibi kurallar yerine yüzlerini boyayıp eğlenebilmek, Jack’in öldürebilme güdüsünün gölgesinde domuz avına çıkıp vahşice öldürdükleri domuz etiyle karınlarını doyurabilmek, aynı zamanda gerçekte var bile olmayan bir canavardan korktukları ve kendilerini koruyabilecek tek kişi olarak da Jack’i gördükleri için ona boyun eğerler ve pekâlâ birlikte uygar bir topluluk olarak yaşamlarını sürdürebilecekleri halde kabileye katılırlar.
2. Dünya Savaşı’nın, tam da kötülüğün korkunç boyutlarıyla dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemin hemen ertesinde ( 1954 ) yazılan bu çarpıcı kitap bakınca bugün de insana ve toplumlara ait benzer tutumları anlatıyor. İnsanı çocukluktan itibaren, içindeki iyiliğin de kötülüğün de farkında olarak kendisi için de toplum için de iyiliğe yönlendirmenin uygarlığa adım atmak olduğunu anlıyoruz ancak çok sayıda insanın uygar bir toplumda yaşamayı bir kabilede yaşamaya tercih etmesi gerekiyor.
Bu yazı Schopenhauer’in bin sekizyüzlü yılların başında insan doğası üzerine yazdıklarıyla tamamlanmalı:
‘‘Gerçekte vahşi ve korkunç bir hayvandan başka bir şey değildir insan. Biz onu evcilleştirilmiş ve dizginlenmiş haliyle tanıyoruz ki uygarlık dediğimiz şey de budur. Bu yüzden arada bir gerçek tabiatı ortaya çıkarsa dehşete kapılıyoruz. Hukukun ve düzenin prangaları ve zincirleri çözüldüğünde kendi kendisini bütün çıplaklığıyla, insafa gelmez zalimliğinde ortaya koyuyor. Her insan içinde muazzam boyutlarda bir bencillik barındırır ki günlük hayatta küçük ölçekte ve tarihin sayfalarında da büyük ölçekte ortaya koyduğu üzere hak ve adaletin sınırlarını büyük bir özgürlükle ihlal eder. Avrupa’da kabul edilen bir güç dengesi gereksinimi, muhafazasının üzerine titrenmesinden de anlaşılacağı gibi, insanın yanında kendisinden daha zayıf bir insanı görür görmez şaşmaz bir biçimde üzerine çullanan bir av hayvanından farkı olmadığını ortaya koymuyor mu? Ve günlük hayatın ilişkileri içinde de aynı şey geçerli değil midir? Ben bunun, varoluşun daimi acılarıyla gittikçe daha çok acılaşmış bir yaşama isteminin kendi acılarını başkalarına acı çektirerek hafifletme arayışı olduğunu düşünüyorum. Fakat bu şekilde insan kendi benliğindeki gerçek zalimlik ve kötülüğü de gittikçe daha fazla besler. Buna şu gözlem de ilave edilebilir: Kant’a göre madde nasıl ki ancak genişleyen ve daralan güçlerin çatışmasıyla ayakta durabiliyorsa insan toplulukları da ancak nefret veya öfkenin, korkuyla çatışmasında kendini devam ettirebilir…” (Arthur Schopanhauer – İnsan Doğası Üzerine)
Emel Bayrak – edebiyathaber.net (26 Şubat 2016)