Bir bilge, bir adama hayatı anlatmak için ders vermek ister. Kaşığın içine yumurta akını boşaltıp, kaşığı eline verir ve “Bahçeyi dolaş,” der. “Ama yumurtayı dökmeden yap bunu.” Adam, bahçeyi dolaşıp gelir. Bilge sorar: “Bahçede ne gördün?” Adam, “Hiçbir şey!” diye yanıt verir. Çünkü yumurtanın dökülmemesi için etrafı hiç izlememiştir. Onu bir daha gönderir, “Bahçeyi gez, sonra gelip bana neler gördüğünü anlat!” der. Adam söyleneni yapar, bahçeyi dolaşıp gelir. Bir sürü şey görmüştür ama kaşıktakini de dökmüştür.
Bunun üzerine bilge şöyle der: “Marifet; hem gezmek, etrafı izlemek, hem de bunu yaparken elindekine sahip çıkmaktır.” Bu hikayenin bir benzeri Paulo Coelho’nun Simyacı romanında da anlatılır.
Novalis‘in Sais Çırakları‘nı okurken bu hikayeyi düşündüm. İki şeyden ötürü. Birincisi, romanın şiirsel diline kendini kaptırırken felsefesini, felsefesine yoğunlaşırken de şiirsel dilini unutmamak için. İkincisiyse anlatının tam olarak söylediği şey yüzünden: Doğayı gezerken “hiçbir duyu uyuklamamalı”, hiç olmazsa “hepsi uyarılmış olmalıdır.” Aksi taktirde içinde yaşadığımız ve parçası olduğumuz doğanın süslerle kapatılmış közüne ulaşmamız mümkün olmayacaktır. Tabii ki bu kaba bir okumadan sonra oluşan durumdur. Asıl söylemek istediğimse daha farklı.
“Türlü türlü yollardan gider insan.” diye başlar Sais Çırakları. Hedef bellidir: Doğayı görerek, duyarak ve hissederek “dünyanın alfabesini çöz”mek ve böylece “İsis’in Peçesini kaldır”mak… Çünkü dünyanın bir parçası olan insanın, hem kendisini hem de içinde yaşadığı dünyayı algılamak gibi zorunlulukları vardır. Kişi, doğa bilgisine ulaşmak içinse farklı farklı yollardan gitmek zorundadır. Sais Çırakları, aslında bir arayışın romanıdır. İçinde bolca felsefe barındırması da gerçeği değiştirmez. Hatta diyebiliriz ki sadece bu yüzden bir arayış romanıdır.
Doğu toplumunun eski edebi metinlerinde sık sık karşılaştığımız arayış, burada da karşılar bizi. Ancak bu arayış, Mantık Al-Tayr ve Hüsn ü Aşk’ta olduğu gibi Vahdet-i Vücud’a ulaşmanın arayışı değildir. Buradaki doğayı anlama ve böylece onunla bağ kurma arayışıdır.
Mantık Al-Tayr’da kuşlar, kralları olan Simurg’u bulmak için yola çıkarlar. Yolculuk pek kolay olmayacaktır. Bu genel, çerçeve hikayedir. Çerçeve hikaye içindeyse pek çok başka hikaye anlatılır. Hikaye, kuşların aslında Simurg’un kendileri olduğunu anlamalarıyla biter. Hüsn ü Aşk’ta ise sadece genel bir hikaye vardır. Ve Aşk’ın Hüsn’e ulaşması için Diyar-ı Kalp’e gidip kimyayı getirmesi gerekmektedir. Sais Çırakları’nın her ikisine de benzerliği bulunmasına rağmen, her ikisine de tam olarak uyuşamamaktadır. Ancak genel olarak bir arama motifini yapısında barındırır.
Sais Çırakları’nda anlatılan Sünbül ile Goncagül’ün hikayesi, çerçeve hikaye içinde anlatılan bir hikaye olması ve Sünbül’ün kavuşma durumu, Aşk’ın Hüsn’e kavuşmasını hatırlatır bize. Ancak genel çerçeve içinde ağırlıkta kalan bu hikaye değildir. İsis’in peçesinin indirilmesiyle Sünbül’ün Goncagüle kavuşması, Aşk’ın Sühan’ın yardımıyla Hüzn’e kavuşması önem arz etse de asıl olan bu yolculuk için yapılabilecek olan yolların denenmesi, ya da bu yollara bakış açılarıdır. Bize hissettirilen budur. O yüzden “türlü türlü yollardan gider insan.” diye başlar anlatı. Zaten bu yolculuğun sonu, verilmese de, bellidir: peçenin kaldırılmasıyla birleşmenin gerçekleşmesi.
Mantık Al-Tayr’da ise hikaye, kuşların aslında Simurg’un kendileri olduğunu anlamalarıyla biter.
Sais Çırakları’nda her ne kadar kavuşma isteği ağırlıkta görünse de asıl olan yolların denenmesi gibi durur, kişinin bu doğa bilgisine ulaşmak için sürekli kendisini yenilemesi gerektiğini söyleyen ustanın çığlığı bize bunu düşündürür. Novalis, sanki kendi anlatısının doğunun anlatılarından farklı okunması gerektiğini bize hissettirmek için bu yolu dener.
Takyedin Çiftsüren – edebiyathaber.net (1 Mart 2016)