Bu sabah da aynı düşünceyle bindi servise. İçerisi çok sıcaktı, ön koltuktaki yolcularla sohbet etmekten hoşlanan, sık sık da “fazla paradan ve sıcaktan zarar gelmez,” diyen şoför denk gelmişti. Atkısını gevşetti, “Günaydın,” dedi şoföre gülümseyerek. Koridorda ilerlerken birkaç arkadaşını selamladı. Servisin yolcuları dörde bölünüyordu, çok üşüyenler, az üşüyenler, üşümeyenler, hiç üşümeyenler. Şoförün de işi zordu. Herkesin gönlünü yapmak mümkün değildi. O sabah yılın ilk karı yağmıştı. Dışarıda okulların kar tatiline girecek kadar hatırı sayılır bir kar manzarası vardı. Okullar da kar tatili nedeniyle kapanmıştı. Yollar önceki güne kıyasla tenha sayılırdı. Bu iyiydi işte. Belki de rahat, gevşek geçecek bir günün ilk işaretiydi. Koltuklarda oturanların yüzünde de her zaman rastlamadığı bir rahatlık vardı. Kabanlar, montlar, atkılar, şapkalar çıkarılmıştı. Kimi gazete, kitap okuyor; kimi pencereden dışarıyı izliyor; çoğu da telefonunu kurcalıyordu yolcuların.
Yaklaşık bir saat sürecekti yolculuğu, servisteki diğer yolcular gibi başka bir şehirde çalışıyordu. Kışın yolcular arasında her sabah başlayan üşüyorum üşümüyorum, çok sıcak çok soğuk muhabbeti başlayınca çocukluk günlerinde televizyonda izlediği “izocam” reklamını hatırlar, bu da yüzünde sevimli bir gülümsemenin belirmesine neden olurdu. 13 yıldır aynı yolu gidip geliyor, bu tekrarlar sırasında zaman zaman zihninde de yolculuklara çıkıyordu; anlamlı anlamsız çağrışımlar şimdi uzak bir ülkeymiş gibi duyumsadığı çocukluğuna götürürdü. Bu da onlardan biriydi. Uzun süre arka taraflarda yaptı bu yolculukları, şimdilerde ise kitap okumadığı ya da çene çalmadığı günlerde yolu daha rahat izlemek için önlerde oturuyordu. Günlerden Cuma’ydı. Eskiden günleri çok önemsemezdi, artık bekler olmuştu hafta sonlarına çengel atan Cumaların gelmesini. Sözüm ona şehirlerarası yoldan sayılıyordu, ama şehir içinde eviyle işi arasında bu mesafeyi kat eden o kadar çok insan vardı ki. Bu gidip gelmeler sağlığa, huzura, işsiz olmadığına şükretmesine, yeni, farklı insanla yoldaş olmasına, en en güzeli de bir sürü kitap okumasına vesile oldu. Bazen sadece çalıştığı şehir daha küçük olduğundan belki yaşadığı şehirdekilerin bildiği, sonradan unuttuğu güzel değeri kendisine tekrar yaşattığı için seviyordu bu yolculukları.
İş yerine varmak üzereydi. Biraz sonra kesme taştan yapılmış iki katlı binanın önünde inecek, güvenlik görevlisine günaydın deyip odasına çıkacak, arkadaşlarıyla bir çift laf edecek, sonra masasına kurulup dosyalara gömülecekti. Bir fincan sade kahve, bir bardak su, gün boyunca da çay üstüne çay içerken dosyalardan sıkılıp ara sıra, şimdi yaptığı gibi, gökyüzüne bakacak; o muazzam kubbenin altında minicik bir nokta olduğunu düşünecekti. Dosyalarda yazan kuru, kupkuru ifadeler anlamını yitirecekti böylece. Sözcükler kabuğundan sıyrılıp gerçekten yaşayan insanların sözlerine dönüşecekti. Her birinin ses tonunda saklı olan duygulanımları duyup kendince hikâyeler yazacaktı. Kar ince ince yağmaya devam ediyordu, gökyüzü bembeyazdı. Eve dönerken canım kahramanlarıma ne götürsem diye düşünürken, “kestane,” dedi kendi kendine, “bu akşam kesinlikle kestane pişirmeliyim bizimkilere.”
En çok da yol boyunca yorgunluğunu hatta işsel gerginliğini alan akşamları seviyordu. Dönüş servisin son durağında bitmiyordu. Şehirlerarası yolculuktan şehiriçi olana esas sancılı kısmına geçiliyordu. “Kurtarmıyor valla” diyen minibüs, bizim ağzımızda dolmuş şoförlerinin fazla fazla aldığı kendisinin de ayakta giden yolculara katıldığı. Oturarak gittiği günler de oluyordu. Her iki halde de elimizden düşmeyen sayelerinde “özel hayat” ayrımımız kalmayan, sözüm ona kimseyi rahatsız etmeyen! müzikleri dinleten, akıllı cep telefonlarımıza takardı kafasını. Bunların olmadığı günleri yaşadığı zamanları düşündü, daha sözüne bağlı, daha sade hatta daha mutluydum diye hayıflandığı akşamların sayısının arttığını düşünürdü, akıllı telefonunun aklıyla oynarken. Kendince gülümserdi hem serviste hem de minibüste duyduğu konuşmalara. Artık her yer çok kalabalık, gıybetin her türlüsü çok farklı ağızda ama çok benzerdi.
Bazen de bütün bunlar çok fazla çok ağır gelirdi gelmesine de gün sonu kahramanları imdadına yetişirdi ki bunun anlamı huzura yani eve varıştı.
İlknur Ulusoy – edebiyathaber.net (3 Mart 2016)