Söyleşi: Ömer Turan
Yeni kuşak şairlerden Onur Şahin’in ilk şiir kitabı Gamdan Kale birkaç ay önce Mühür Kitaplığı’ndan yayımlandı. Kısa zaman içinde ikinci baskıya ulaşan kitabını Onur ile birlikte şiir masasına yatırdık. Duygu ve düşünce dünyama değen dizelerin izleklerinden yürüyerek Gamdan Kale’nin duvarlarına söz atışları yaptım, Onur da ses verdi içeriden…
Bir ada, hem yalnızdır hem de asil. Sohbeti uzundur adanın, kalbi soluk soluğa kuşku. Sen de diyorsun ki, “Ada / denizin insana mektubu / Oku!” Okudum ve daha neler sığdırılabilir bir adaya diye düşündüm ve senin içindeki adanın tarihini merak ettim…
Sizin de dediğiniz gibi, ada yalnızdır, insan da öyle. İnsanın kalabalıklar içindeki yalnızlığına benziyor ada. Bu, bir imge olmaktan öte canlı kanlı bir şey. Üstüne bastığımız her adada, oraya ayak basan ilk kâşif gibi hissederiz kendimizi, çünkü kendimize benzeyen bir şeyle karşılaşmış ve tuhaf bir duyguyla kuşatılmışızdır artık. Çünkü insan, dünyaya, suyun yüzeyine derinliklerden yükselen bir ada gibi bırakılmıştır. Hafızamızın kilitli sandıklarında durur bu kadim bilgi. Benim içimdeki adanın tarihi ruhumla yaşıt diyebilirim, suların çekilip karaların yükseldiği zamanlarda kalmış gibiyim, dünyaya bir adadan, bir kaleden bakıyor olmamın sebebi belki de budur.
“İskelenin kederi / tepenin sıkıntısı var / taşa merhem yosunun bir söylediği.” Gitmişlerin izi diye geçti aklımdan birdenbire. Yaşamın da sessiz tanıkları var böyle değil mi? Bir sırrı mı, bütün bir şehri mi? Öğrensek kime yarayacak?
Yararından çok zararı dokunur bize bunun. Yine de ense kökümüzden kalbimize doğru süzülen sırlarımızla varız, varoluşumuz biraz da buna bağlı. Her insanın geçmişi sırlarla dolu değil mi, gidenlere ve kalanlara dair. Hayal kırıklıkları, yarım sözler, eksiklikler de cabası. Şiir de tam burada başlıyor işte, iç sıkıntımızın üstüne bir merhem diye sürdüğümüz şiir.
Sonra, “Sustum bütün gidenleri / kırıldı hafızamın biley taşı” deyip bedeni soyan ağrının karşısında dilsiz ve şekilsiz kalıyorsun. Bir umut buluntusuna rastlanmıyor, ada hâlâ iç çekiş. Susmaların da gürültülü bir yanı var, belki adayı batıracak kadar. Başka türlüsü mümkün mü?
Ada şiirlerinin izleği genel olarak bu aslında. En umutlu dizede bile karşınıza çıkan karamsarlığın sebebi, unutulmuş olmak. Unutmak ise adanın (insanın) ağrısını azaltacak en kestirme yol oluyor bir yerde. Başka türlüsü mümkündür belki, ama gidenlerin ardından ada’ya yakışan susmaktır. Biraz gürültülü olsa da.
“Şehirden gam sesleri” geliyor ve sen bir dövme gibi kalıyorsun ortasında şehrin, yarı silik yarı yas damlatan… Bütün duraklar göğüs kafesinden kalkacak kuşları bekliyor oysa. Düşündüm de, bir şehir bu kadar mı kir biriktirir insanın içinde?
Kitapta yer alan şiirlerin listesini “İçindeki Kirler” başlığı ile verdim. Bunu ilk fark eden sizsiniz. Esasen tek bir şehirden bahsetmemiz doğru olmaz. Şiirlerimdeki duyguya mekân olan şehirler, herkesin bir şekilde hayatına etki eden, kırılmalar yaşadığı, düştüğü, kederle terk ettiği kendi şehirleri. Benim kısa ömrüme iz bırakan, bırakmakta olan şehirlerle aram pek iyi olmadı. Başka şehirlerde olsaydım da durum değişmezdi, bunu da biliyorum. Neticede şairin eğreti duruşu şehirlerden bağımsız bir olgu. Değdiğim şehirleri yaşadığım tecrübelerle özdeşleştirmekle belki de kiri avuçlayan, sırtlanan ben oldum, kim bilir.
Kalbinle dertleştiğin dizeleri okuyorum da, ne çok mayınlı ve ne çok sınırda. Sıkışıp kalmışlık da var, yenilgi hissi de. Nefes alıp veriyorsun ama o kadar işte. Kalbini kuşatan bu “Gamdan Kale”ye beyaz bayrak çekme düşüncesi geçti mi içinden hiç?
Kederli, gamlı olmak kötü, istenmeyen bir duygu değil mi? Aşkların, şehirlerin, ilişkilerin, şaşkınlıkların içinde hepimiz sıkışıp kalmıyor muyuz? Bir gün, iyimser şiirler yazabileceğim bir dünyaya uyanırsam, belki o zaman beyaz değil, rengârenk bayraklar bile çekebilirim gamdan kale’me. Ama bugün, yaşadığım dünyanın ağrısını, sızısını iliklerime dek hissederken zannediyorum ki bu gam, ölene dek kalbimi sarıp sarmalayacak.
“Sesim uzun göç yolu” söylemin, kaçıp gitme, uzaklaşma, yaban bir çağrıya kavuşma olduğu kadar, biraz da yüzleşmen gerekenlere doğru yürüme isteği içerisinde olduğunu fısıldıyor bana. Yanılabilirim de…
Öyle de okunabilir tabii, fakat bu dize, seksenlerin sonunda ailece köyden şehre göç edişimizle başlayan kişisel tarihime dokunuyor. Gitmek, uzaklaşmak, yolda olmak şairin hayalinde daima var olan bir içtepi olmuştur öteden beri. Yüzleşmek, doğru kelime, şiir de yüzleşmelerin doğal sonucu bana göre.
Şu dizede uzun uzun kaldım, yaşamın sonrasını biçimlendiren ölümü anlayabilmek için: “Şehrin en güzel manzarasına / mezarlar bakar sevgilim.” İnsanın iç yalnızlığı ile mezarların bir ilişkisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Hani var ya diye başlasan hangi sözle devam ettirirsin bu düşüncemi?
Yaşam acılarla dolu, ölümden sonrası ise koca bir muamma. Dünyanın gözyaşlarına maruz kalırız ömrümüz boyunca ve doğal olarak ruhumuz buna mukavemet göstermek ister, bir mücadelenin içine düşmüşüzdür. Doğduktan sonra aldığımız ilk nefesle başlayan bu mücadele, son nefesimizi verene kadar sürecek ve bu süreç bittiğinde bir ferahlık, bir karanlık, bir aydınlıkla karşılaşacağız belki. Kırık dökük bir aşk hikâyesinin ardından da ilkin buna benzer bir manzara ile karşılaşırız. İçindeyken fark etmediğimiz güzellikleri artık dışarıdan bir gözle seyrederiz. Hani, “o mâhiler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler” mısraındaki gibi biraz.
“Aramızda duruyor / dokundukça yırtılan zamanın kumaşı” diyorsun. Sonra arkasından bir yığın pekiştirici söz daha. İki insan arasına yağan yağmur, çamura saplanan geçmiş ve belleğin sildiği anılar; bütün bunlara bir makas darbesi vuramıyor mu insan?
Bu, bir mesafenin şiiridir, geç ya da erken gelmiş olmanın, bir türlü denk gelememişliğin şiiri. Zaman mührünü vurmuştur ve insanın/şairin müdahale etmesi güçtür. Asıl mesele makas darbesini doğru yere vurup vuramayacağı insanın.
Ve geldik son söze: “Gamdan Kale”den ilk kurtarılacakların listesi…
Hepimiz kalbimizle, ruhumuzla birer gamdan kaleyiz aslında. O kadar güçlü, o kadar zayıf. Mümkün olsa, gamdan kaleyi yakıp yıkıp bir an önce terk etmeli, ama gidecek yeri yoktur insanın. Kalbimiz, dönüp dolaşıp geldiğimiz yegâne evimiz, her şey orada başlayıp orada bitiyor. Gamdan Kale’den hiçbir şeyi kurtaramayız bu yüzden. Onu onararak yaşamaya devam ederiz belki, bütün insanların yaşama uğraşı da bu değil mi zaten?
Söyleşi: Ömer Turan – edebiyathaber.net (8 Mart 2016)