“Beni taklit etmeye kalkan herkes yolunu kaybeder”
Sergey Parajanov, sinemada edebiyatın katmanlı dünyasını yeniden yaratan, şiirin hazzını görsel dünyaya taşıyan ender sanatçılardan biri. Bu nadide yönetmen, daha fazla tanınmayı hak ediyor.
Gürcistan’da doğan bir Ermeni Sovyet vatandaşı olan Sergey Parajanov Sovyet film okulu VGIK’de okudu. Uzun süre Ukrayna’da yaşadı. Ukrayna’da çektiği sekiz filmde arayışını sürdüren ama kendi film dilini keşfedememiş bir yönetmen izlemini veren Parajanov’un, dokuzuncu filmi Tini Zabutykh Predkiv (Unutulmuş Ataların Gölgeleri) (1964) ile sinemasında radikal bir değişiklik göze çarpar. Artık toplamsal gerçekçiliğin kalıplarına sığacak görsellikler sunmuyordur. Kendi ifadesiyle; “Dokuzuncu filmim Tini Zabutykh Predkiv (1964) idi. İşte tam o zaman ana konumu, ilgi alanımı bulmuştum: insanların yaşadıkları problemler. Etnografya, Tanrı, aşk ve trajedi üzerine yoğunlaştım. Edebiyat da sinema da benim için bunlar aslında.”
Ukrayna halk ezgileriyle bezeli, halk masallarından kalan bir dönemi resmediyordu Parajanov. Bir aşkın iki ömre yayılmış haline yenilikçi kamera açılarıyla oldukça başarılı ve farklı bir film haline getirmişti. Uzun yıllar kaldığı Ukrayna’ya da veda filmiydi Unutulmuş Ataların Gölgeleri. Ukrayna’da evlenmiş çocuğu burada dünyaya gelmişti. Artık asıl vatanı Ermenistan’a gitme vakti gelmişti. Kökleri onu çağırıyordu.
Sayat Nova: Kan rengidir narımız
1968’de Sayat Nova (Narın Rengi) filmini çekti. 18. yüzyılda yaşamış Kafkas diyarının büyük Ermeni şairi Harutyun Sayatyan’ın hayatını sinemayla buluşturdu. Eserlerini Ermenice, Gürcüce ve Azeri Türkçesiyle yazan Harutyun Sayatyan, en az Parajanov kadar çok kültürlü, en az onun kadar orijinal bir sanatçıydı. Film adeta kelimelerin şairiyle görselliğin şairinin buluşmasıydı.
Alışagelmiş film dilinin tamamen dışından yeni, bambaşka bir film diliyle çekilmiştir Sayat Nova. Sinemayla neler yapılabileceğini göstermesi anlamından oldukça zengin ve katmanlı bir yapımdır. Özellikle geleneksel Hıristiyan kültürünün kodları filmin bütününe yayılmış halde izleyicinin algı zenginliğini bekliyordur. Ermeni mitolojisinin derinliklerinde seyreden film; ağıtların, ilahilerin fon müziğinden çok daha fazlasını temsil ettiği bir sanat eseridir. Harutyun Sayatyan’ın “Ben tüm yaşamı ve ruhu çile dolu bir kulum” dizeleriyle açılan film, bu çile dolu ruhu filmin bütününe yaymış, şairin çocukluğundan başlattığı sürreal hikâyeyi şairin olgunluğuyla sürdürmüştür.
Filmin bütünü adeta bir tablo kadar estetik, bir hayal kadar şiirseldir. Diyalogun hemen hiç yer alamadığı Sayat Nova, imgelerin kelimelerin önüne geçtiği bir yapımdır. Sinemanın kelimelerle değil görüntülerle yapılan bir sanat olduğunu bir kez daha hatırlatıyordur. Ermeni mitolojisinde bereketin simgesi olan nar, filmin birçok karesine sirayet etmiştir. Kesik bir narın suyu açık renkli bir kumaşa süzülür, onlarca keşiş aynı anda ellerindeki narları yerler. Nar çoğalır, nar dağılır, bereketlidir, doğurgandır, çoğulcudur. Tıpkı Ermeniler gibi tek parçadır ama yaşadıkları kıyımdan bin parçaya bölünüp dağılmış dünyanın her bir yanına uzanmışlardır.
Gerçeklik algısının yeniden tanımlayan filme benzer bir sinema filmi bulmak olanaklı değil. Parajanov filminin benzeri sadece başka bir Parajanov filmidir.
Yönetmen bu filmin katmanlı yapısını yine imgenin zenginliğiyle açıklar: “Bence Sayat Nova İran yapımı bir mücevher kutusu gibi. Dışında güzelliği göz dolduruyor; harika minyatürleri görüyorsunuz. Sonra açıyorsunuz, içinde daha fazla İran aksesuarı buluyorsunuz. Olay böyle aslında.”
Sayat Nova’nın şiirse, imge yüklü, yerel kültürleri önemseyen dili, dönemin Sovyet bürokratları için kabul edilebilir bulunmamıştı. Sergey Parajanov için tehlike çanları çalmaya başlamıştır. Filmden 2 yıl sonra cinsel tercihleri gerekçe gösterilerek hapse atıldı. Yıl 1971’di. Tarkovski, Louis Aragon, Elsa Triolet,” sevgili arkadaşım” dediği Herbert Marshall ve John Updike’ın yoğun çabalarıyla 4 yıl sonra “affedilerek” hapisten çıkabildi. Ne var ki cezasının dolmasına da zaten 11 ay kalmıştı.
Gürcistan hikâyesi: Suram Kalesi Destanı
Film çekmekle ilgili karşısına çıkan /çıkarılan zorluklardan sonra başka bir geleneksel hikâyeyle görselliği buluşturacaktır. Parajanov adeta kendisini var eden bütün kültürlere vefa borcu ödüyor gibidir. Bu kez de bir Gürcü hikâyesi olan Ambavi Suramis Tsikhitsa’yı (Suram Kalesi Destanı) (1985) çeker. Semboller, metaforlar ve şiirsel bir anlatım bu filmde de izleyiciyi bekliyordur. Anlaşılan o ki hapislikler, sürgünler Sergey’in yaratıcılığından bir şey kaybettirtmemiştir. Filmde tamir edilmeyen bir kalenin tamiri için eski bir inanışa göre kalenin girişine kendini feda ederek gömülmesi gereken bir gencin yaşadıkları her zamanki özgün Parajanov diliyle resmediliyordur.
Görsel bir masal: Âşık Garip
1988’de bir Türk masalını sinemaya taşıyacaktır. En eski Türk hikâyelerinden biri olan Âşık Garip bütün Türk diyarlarında kulaktan kulağa söylenen bir aşk hikâyesiydi. Tatar, Azeri, Anadolu varyantları vardır. Sosyal konulara eğildiğinden Türk hikâyeleri arasından özgün olanlarından biridir.
Filmi çekme hikâyesini Parajanov’dan dinleyelim: “Yedi yaşındayken anjin hastalığına yakalanmıştım, annem bana Mikhail Lermontov tarafından yazılan Ashik Kerib masalını okurdu. Çok bilinen bir masal değildi, okullarda okutulmuyordu artık. Kafkasya’da yaşayan bir Türk kadını bu masalı Alexander Pushkin kadar iyi bir şair olan Lermontov’a anlatmış. Lermontov hakikaten ciğerime işlemişti ben çocukken. Ağladığımı hatırlıyorum.”
Sürekli olarak zihnimizi kullanmayacağımız basit görselliklerle o denli büyük bir manüpilasyona uğruyoruz ki bu bin yıllık hikâyenin gelenekselliğini bozmayan bir sinema diliyle anlatımı, çoğu izleyiciye anlaşılmaz gelecektir. Oysa karşımızda zengin bir sultanın kızına talip olan yoksul bir âşık ve onun düştüğü yolda başından geçenler var.
Filmde klasik hikâye geleneğinde olan unsurların hemen hepsinin filmin içine ustaca yedirildiği görülüyor. Zaman kavramının muğlâklığı, karakterlerden ziyade tiplerin varlığı, simgeci öğeler hikâyede olduğu gibi filmde de bizimle birliktedir. Âşık Garip zaman kavramının ötesine geçip Erdebil’e Hızır’ın yardımıyla bir günde geldiğinde ona kimse inanmaz. Bunu bilen Hızır, âşığa bir kumaş verip atın ayağına sürmesini ister. Hızır’ın atının ayağına sürülen bu bez parçası keramete vesiledir. Âşık’ın annesinin gözlerini açacaktır. Klasik hikâye geleneğinde keramet göstermek ermişliğin gereğidir. Âşık da artık keramet sahibidir. Aynı metafor Hz. Yusuf kıssasında da vardır.
Filmde; kimi zaman Ermeni mitolojisinin en önemli öğesi olan nar merkeze taşıdır, kimi zaman da Azeri Türkçesiyle yükselen feryatlar. Âşık Garip’in kendisinden yaşlı olan âşığın ölmesinden sonra onun için mezar kazıp elbiseleri ve eşyalarıyla onu gömdüğü sahne oldukça şiirsel ve mitolojik bir derinliği resmediyordur. Halk kültürünün görsel halde devamını sağlayan bu büyük ozan yönetmenin yarattığı değer paha biçilmez ve nadide. Sade, özgün ve derinlikli.
Parajanov tıpkı hikâyenin kendisi gibi bir bütünlükle değil parçaların birleşmesiyle bir görsel hazine ortaya çıkarır. Postmodern öğeler barındıran film, son sahnesinde güvercinin havalanıp kameranın üstüne konmasıyla masal, düş ve gerçeklik kavramlarına yeni bir bakış getirir.
1989’da İstanbul Film Festivali kapsamında İstanbul’a da gelen Parajanov, “Çok yaşlı hissetmezsem “Leyla ile Mecnun” ve Nâzım Hikmet‘in “Ferhat ile Şirin” öykülerini de sinemaya aktarabileceğini” söylemişti. Ne var ki Bu sözlerini yerine getirmeye ömrü vefa etmedi. Âşık Garip’ten sonra söylediği; “Bu filmi çok seviyorum. Her sanatçı ne zaman öleceğini bilmeli. Ben bu filmden sonra ölmek istiyorum.” diyen yönetmen, filmden iki yıl sonra hayatı gözlerini yumdu.
Şaşırtıcı olmayarak popüler olmadı. Zulüm gördü, hapishanelerde yattı, çalışma kamplarında güne başladı. Ama sanatçı olmak içsel bir yolculuk her unsurdan bağımsız… Tutsak olduğu zamanlarda film yapamadı ama resimler çizdi. Resimleri tutsaklığından sonra sergi yapıldığında serginin kapanış saatine kadar kapıda kuyrukta bekleyenler vardı. Bu umut dolu adamın dünyayı resmetmesini görmek istiyordu binlercesi.
Ukrayna’da film çekmeye başladığında toplumsal gerçekçi, görünenin peşinde bir sinemaya inanıyordu. Zaman ona gösterdi ki daha derin, muhasebeli, katmanlı bir dünyada yaşıyoruz. Tarihten, masallardan, halk hikâyelerinden, mitolojilerden beslenen bir sinema yarattı.
Bugün küçük, el kadar toprak parçasının derdiyle binlerce komşu birbirlerini boğazlıyorken Parajanov, Kafkas coğrafyasından bütün Ortadoğu’ya kadar komşu ülkelerin kültürlerini filmlerinde eritmesini bilerek ardından benzersiz görsel bir hazine bıraktı. Bu hazine, yeni kültürel buluşmalara da vesile olmayı sürdürüyor. Sözgelimi Harvard Üniversitesi, yakın zamanda sinema doktorası yapan öğrencilerine, Unutulmuş Ataların Gölgeleri ve Narın Rengi filmlerini zorunlu izlenmesi gereken filmler listesine aldı. 2013’de usta yönetmeni anlatan Parajanov isimli film çekildiğinde ise, Parajanov’un bütün kültürel mirası ona yakışır biçimde bir araya geldi. Ukrayna, Gürcistan ve Ermenistan ortaklığıyla Ermeni ve Ukraynalı iki yönetmen Serge Avedikian ve Olena Fetisova filmi birlikte çekip Parajanov’a selam durdular. Film, Ukrayna adına Oscar yarışına katıldı. Bükreş Cinepolitica Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldı.
Rıza Oylum – edebiyathaber.net (10 Mart 2016)