Kurmaca metinlerle tanıştığım dönemlerde, özellikle de olası gelecek tasvirleri çok güçlü olanlardan birini okuduysam, çok fazla düşündüğüm, endişelerim arttığı ve “Bu olası kötü senaryo için ben nasıl bir katkı sunuyorum?” diye kendimi sorguladığım zamanlar yaşarım. Krizalitler’i okuduğum ve sonrasında devam eden süreçte de benzeri, endişe yüklü bir düşünce dönemimin kapısını da aralamış oldum.
Bir tırtılı düşünün. Varoluşuna ve kolektif bilinçaltına kodlanmış şekilde, minik bir tırtılken kendine güvenli bir koza örecek, eğer para kazanma sevdasıyla doğaya meydan okuyan insanlardan kurtulmayı başarırsa, rengarenk kanatlarıyla kendine hayran bırakan bir kelebeğe dönüşecektir. Peki, varoluş sürecinde beklenen ama önlenemeyen bir değişiklik olduğunda ve tırtıl pupasına hapsolduğunda ne olacak? Kitabın isminin anlamı, John Wyndham’ın bizi davet ettiği dünyanın taşıdığı anlama yönelik çok önemli bir ipucu saklıyor. Krizalit, bazı böceklerin tırtıl oldukları dönemde, kendi çevrelerine ördükleri kozanın içerisinde, hareketsiz bir biçimde, kelebek ya da böceğe dönüşmeyi bekledikleri evreye verilen isim. Ortak krizalitimiz, yani dünya, çok uzun zaman önceden beri insanlar için güvenli bir sığınak olma niteliğinden uzaklaşıyor.
Krizalitler, bilimkurgu türünün en önemli ve özgün kitapları arasında. Uzun zaman öncesinde yaşanmış nükleer bir felaket sonrasında, toplumsal yaşantı ve inançlarda ürkütücü değişiklikler yaşanır. Waknuk topluluğu, nükleer savaş sonrası ayakta kalabilmiş topluluklardan biridir; savaş çok uzun zaman önce yaşanmış olsa da nükleer savaşın en korkulan etkisi gerçekleşir ve savaşın tahribatının izleri uzun yıllar kendini gösterir. Her türlü genetik mutasyon, dünyada yaşanacak büyük felaketlerin habercisi olarak görülür. Fiziksel mutasyona uğramış kişiler, şiddetle, açlıkla ve sefaletle bir başına bırakılır. Bazı “öteki”ler bu kadar şanslı da olmayabilir: Fiziksel olarak “normal” olanların bir şükran belirtisi olarak kana susamış Tanrılarına sundukları bir kurbana dönüşebilirler.
Krizalitler, günümüzden birkaç bin yıl sonrasında geçiyor ve nükleer felaket sonrası mutantlar ve “normaller”in dünyasında neler yaşandığına tanık oluyoruz. Normal olanların Tanrı tarafından kutsandığına inanılan bu dünyada, Tanrı’yı yeniden kızdırıp bir büyük felakete daha uğramamak için düzenli olarak Tanrı’ya kurban veriliyor. Anormallerin ise bu dünyada yeri yok; anormallik, şeytaniliğin belirtisi sayılıyor. Normal, anormal, günah, sevap vb. kavramları kimin belirlediği bilinmiyor; “ataların” böyle söylediği ve bunlara dikkat ederek yaşadığı konuşuluyor. Kuralların dışına çıkmak, büyük bir felakete davetiye çıkarmak anlamını taşıyor. Günümüzde de böyle değil mi? Kuralların dışına çıktığımızda, sorgulanmadan kabul edilmiş her türlü siyasi-dini-etik vb. kuralın dışında durmaya çalıştığımız zamanlarda toplum tarafından, ailemiz tarafından, patronumuz tarafından ve hatta arkadaşlarımız tarafından mercek altına alınmıyor muyuz? Tam zamanlı, uzun vadede iyi bir maaş getirecek işlerde çalışmayı reddeden arkadaşlarımızı “sorumsuzluk” ile suçlamıyor muyuz? Bu suçlamayı yapanlar olarak aslında kapitalizme karşıyız, öyle değil mi? Açık bir şekilde söyleyebilirim ki Krizalitler, insanı, hem kendiyle hem de diğer insanlarla ilgili derin bir sorgulamanın içine dahil ediyor.
Romanın içerisinde sürüklenirken (sürüklenmek kelimesini olumlu anlamda kullanıyorum) okuyucu normal, anormal, öteki, toplum, inanç, kıyamet senaryoları vb. birçok kavramla ilgili düşünme fırsatına sahip oluyor. 1950’liler savaş sonrası kasvetini taşıyan, Nazizim’le birlikte dünyanın büyük bölümüne yayılan “saf kan” bir toplumda yaşama amacını sahiplenmiş “normal” kişiler, nükleer savaş bitse de insanın kendi vahşiliği ve barbarlığı ile savaşının bitmediğini; mülkiyet isteği ve iktidar hevesinin insanı ne kadar zalimleştirebileceğini gözler önüne seriyor.
Şaşırdığım noktalardan biri şu: Nükleer felaketin ardından gelen onca kayıp ve yıkıma rağmen, birilerinin hâlâ kümeleşme ve zalimlik sevdası taşıyor olması. İnsan türü olarak bu ötekileştirme arzusunu genetik kodlarımızda mı taşıyoruz yoksa toplum tarafından çok güçlü bir şekilde beyinlerimize kazındığı için mi bu kadar zorbalaşabiliyoruz? Bu sorunun cevabı, paylaştığımız dünyanın geleceğiyle ilgili de büyük bir öneme sahip. Hayatlarımızı, bizim için inşa edilmiş düşünce ve inanç kalıplarının içinde, dışarıda kalanlardan nasıl “kurtulabileceğimize” yönelik hesaplar yaparak sürdürüyoruz. “Ben böyle biri değilim!” demenin faydasız olduğu, öyle biri olmamanın hiçbir işe yaramadığı; yapan kadar susanın da suçlu olduğu dünyamızda, hepimiz başına dert açacak büyüklükte bir felaket sonrasında yine de bir araya gelemeyebilecek olma ihtimalimiz beni fazlasıyla ürkütüyor.
John Wyndham gerek karakter yaratma becerisiyle gerekse inşa ettiği bu dünyanın okuyucuya sahici bir davet sunmasıyla okurun zihninde ismine kalıcı bir yer ediniyor. Bilimkurgu ve distopyanın el ele ilerlediği Krizalitler, sosyolojik ve psikolojik bir metin okumasıyla zengin yorumlar doğurabilecek nitelikte olduğunu da açıkça ortaya koyuyor.
Özge Uysal – edebiyathaber.net (17 Mart 2016)