Bugünlerde bir distopyanın içine fırlatılmış gibiyiz. Şairin “Bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka/ bir şey yok paylaşacak acıdan başka(*)” dediği günlerin uygulamalı dersindeyiz sanki ve her sene ikmale kalan öğrenciler gibi kâbus hiç bitmiyor. İnsanlık, liyakat sınavından geçiyor. Bu yoğun ve karanlık gündemde acıdan ve siyasetten başka bir şey düşünemez, sevgiden söz etmeye ise utanır olduk. Sanatı bir teferruat olarak görmeye meylediyoruz yavaş yavaş. Bu vazgeçiş ile acıyı büyütüyoruz üstelik.
İnsana dair olan her alanda sanatın ve alt başlığı olarak da edebiyatın yeri olmalı oysa. Acıların ortasında bile, hatta en çok böyle anlarda… Sanat, insana insan olduğunu hatırlatan ve içindeki cılız iyilik kökünü besleyen en güçlü besin değil mi? İyilik insanın kalbinde yaşamıyorsa, kazanabilir mi? Kötülüğü ne zorla ne de ikna ile engellemek mümkün değil. İşte tam da bu nedenle, kötülüğün ve acının olduğu her yerde sanat ve edebiyat demeliyiz inatla.
İnsan başkasının gözünden bakmayı başarabilirse olayları onun gibi algılama, farklı düşünceleri anlama yetisi kazanır; ötekileştirmez. “Sadece benim görüşüm doğru!” diyen ideolojik bakışla kazanılamaz bu hoşgörü. “Öteki” olarak gördüğümüz kişilerin de düşünen, hisseden, acı çeken, hataları ve hırsları olan birer insan olduğunu anlatacak şey ise yine edebiyat…
Edebiyatın insani yanımızı hatırlatmasının yanında en az onu kadar önemli bir yetisinden daha söz edebiliriz; ileri görüşlülük. Hayal gücü ile yaratıcılığın birleşiminde, yaşam ve yaşamın ihtimalleri yer alır. Henüz var olmayan ama mümkün olanlar… İnsan aklının ve ya akılsızlığının dünyayı götürebileceği sonlar… İyiliğin ve kötülüğün gelecek suretleri…
“Çünkü oyun denen şeyden murat, eskiden de böyleydi, şimdi de öyle, bir çeşit ayna tutmaktır gerçeğe; iyiliğe suretini, kötülüğe suratını, her devrin heyetine de, heybetine de aksini ve aksiliğini göstermektir.” (Hamlet – W. Shakespeare)
Distopya ya da kara ütopya… Geleceğin “kara” dünyasının tasviri… İdeal toplumun anlatıldığı ütopyanın karşı tezi… Distopyalar insanca yaşamın ortadan kalktığı, hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, savaşın ve ya savaş tehdidinin süregeldiği, farklı düşünenlerin cezalandırıldığı, düşünmenin suç sayıldığı bir dünyayı betimler. Bireyler korkudan ya da uyuşmuş algılarından dolayı otoriteye karşı çıkamaz. Ama bu korku imparatorluğunda bile bazıları vazgeçmez insan olmaktan, insanca hissetmek arzusundan. Bu uyanış sanatla ve kitaplarla, okuyarak olduğu için distopik dünyada kitap yasaktır. Okumak ve düşünmek suçtur. Bilgisizlik ve itaat ise baş tacı edilir.
En çok bilinen ve karşılaştırılan iki distopya örneği Aldous Huxley tarafından yazılan Cesur Yeni Dünya ve George Orwell’in yazdığı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’tür. Totaliter, baskıcı, insanların tele ekranlar ile izlendiği, düşünmenin yasak olduğu bir dünyayı anlatır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Düşünce suçu ve düşünce polisi kavramları da ilk kez bu eserde kullanılmıştır. Cesur Yeni Dünya’da ise genetik müdahale ve hipnozla şartlandırma sonucunda düşünmeyen, okumayan, umursamaz, bencil ve sadece hazza yönelik bir toplum yaratılmaktadır. Bu dünyanın insanları o kadar duyarsızdır ki yasaklara bile ihtiyaç kalmaz.
Kurguları farklı olsa da her iki anlatının ana eksenini, otoritenin bireysel alana müdahalesi oluşturur; kişisel hak ve özgürlüklere, özgür düşünme ve karar verme yetisine… “Belki de bu dünya, başka bir dünyanın cehennemidir(**).”
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, modernizm idealinin çöküşü olarak nitelenen II. Dünya Savaşı döneminin devamını, totaliter, baskıcı, faşizan bir rejimi anlatır ki; bir modernizm eleştirisi olarak okunabilir. Cesur Yeni Dünya ise hazza odaklı, bencil, düşüncesiz ve duyarsız bir toplumu anlatır ve postmodernizm eleştirisi olarak okunabilir. Aslında her ikisi de günümüz dünyasına sanatın ileri görüşlü bakışı sayesinde geçmişten tutulan aynalardır. Cesur Yeni Dünya, ekonomik açıdan gelişmiş postmodern toplumların; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ise ekonomik bakımdan geri kalmış ve savaşın içinde nefes alamayan totaliter devletlerin “bugününün” anlatısıdır âdeta.
“Eğer kötülüğün insanın kendi seçimi olmadığı halde, doğasında daima yaşadığı gerçeğini idrak edersek, psikolojik dünyamızda kötülük iyinin eşit ve zıt partneri olarak yer alır. Günümüz insanı ilkel ve antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. Sadece, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir. İşte bugün önümüzdeki sorun budur. Akıl tek başına yeterli değildir.” diye tanımlar Keşfedilmemiş Benlik kitabında psikiyatrist Carl Gustav Jung.
İyinin kötüden ayrılmasında ve insanlığın iyi olanı tercih etmesinde akıl yeterli değilse eğer kötü olanı nasıl yenebiliriz? Bu sorunun cevabı da gene sanat ve edebiyattan geçiyor kanımca. İnsani olan, insanca olan sesimizi açığa çıkararak… Merhamet gözümüzü açarak… Yaşama vicdanımızı katarak…
1946 yılında yani kitaptan on beş yıl sonra Cesur Yeni Dünya’nın önsözünde “Kitabın yazıldığı günlerde, özgür düşüncenin insanlara, bir tarafta delilik diğer tarafta cinnet arasında seçim yapabilsin diye verildiği düşüncesini eğlenceli bulurdum. (…) Bugün akıl sağlığının imkânsız olduğunu göstermeyi hiç de arzulamıyorum. Aksine, akıl sağlığının daha ziyade az bulunan bir fenomen olduğu konusunda geçmişteki denli emin ve hüzünlü olmakla birlikte, bunun başarılabileceğine inanmaktayım ve daha fazla başarıldığını görmek isterim.” diye yazar Huxley. Bu satırlar II. Dünya Savaşı sonrası, dünya akılsızlığının bedelini öderken yazılan bir dilek mektubu gibidir.
Bugün geçmişteki acılara bakarak bir dilek mektubu yazmak yerine geleceğe dair bir şeyler yapabilme umudumuz ve imkânımız henüz mevcutken içine fırlatıldığımız cehennemi fark etme ve ondan kurtulma yolunu seçmeliyiz. Bu distopyadan kurtulmamızın da tek olanağı var: İnsani yanımıza sarılmak… Sanata ve edebiyata tutunmak…
Bu yüzden, susmayalım. İnadına ve inatla sanat diyelim; edebiyat diyelim.
(*) Metin Altıok
(**) Aldous Huxley
Pınar K. Üretmen – edebiyathaber.net (29 Mart 2016)