“Unutmak, Tanrı’nın insanlara vermiş olduğu en güzel nimettir.” Özellikle kötü anılarımıza ilişkin, acı veren durumlarda aklımıza gelen, hatta insanın içine su serpen bir cümledir bu. Unutabilen varlıklar olmamız bir artıdır, bir teselli yöntemidir. Çoğu şarkı, çoğu şiir, zamanla unutulur her şey, diye seslenmez mi zaten? Ancak, öyle bir hâl düşünün ki, siz istemeden, üzerinden zaman geçmesine gerek bile olmadan, geçmişinizden sizi üzenlerle birlikte güldürebilen anılarınızı, sevdiklerinizi, biraz daha ilerlediği takdirde ailenizi ve hatta kendinizi bile unutmaya başlıyorsunuz. Her geçen gün birer birer siliniyorlar kafanızın içinden. Beyninizin içine giren silgi, geçmişte bir gün belirliyor kendine ve görevini icra ediyor, yani silmeye başlıyor o günden itibaren. Acımadan, siz ne hissedersiniz diye düşünmeden. Belki çok mutlu bir hayat geçirdiniz, umurunda olmuyor, her şeyi silmeye devam ediyor. Belki ülkenizde, dünyada size ihtiyacı olan insanlar var, öylesine başarılı bir kariyer insanısınız ama ne fayda, uçup gidiyor tüm bilgileriniz teker teker. Bu durumda başınıza gelen şey öyle geçici bir vitamin eksikliği değildir, maalesef değildir; çünkü geçmişinizi, sevdiklerinizi, işinizi, ailenizi ve kendinizi hatırlayamayacak kadar hastasınızdır artık. Doktorunuz da, böyle bir durumda size bir Alzheimer hastası olduğunuzu söylemek durumunda kalacaktır. Her ne kadar hastalığınız ilerledikçe, siz hastalığınızın adını ve beyninizde yarattıklarını hatırlamayacak olsanız bile. İşte, bu hastalığa yakalanmış bir karakteri, en doğal haliyle kaleme alan Günhan Kuşkanat’ın “Hiçkimse’nin Anısı” isimli son romanı Doğan Kitap etiketiyle Nisan ayında yayımlandı.
Adından da anlaşılacağı üzere romanın başkarakteri olan Hiçkimse, Alzheimer hastası olduğu için artık hiç kimse olmak durumunda kalmış bir “yazar” olarak okurun karşısına çıkıyor. “Yazdıklarımı unuttum. Yine de durmadan yazıyorum,” cümleleriyle kendisini yazmaya başlayan başkarakterin hikâyesi bir hastane odasında başlıyor. Geçmişi yok, hatırlamıyor. O hastane odasına ne zaman geldiğini, gelmeden önce nasıl bir hayatı olduğunu bilmiyor. Kendince inandığı gerçekleri ise birtakım sanrılardan öteye geçemiyor. Yarattığı yeni dünyasında, farklı bir gerçekliğe oturttuğu hayatının aslında bambaşka olduğuna inanması ise pek kolay olmuyor. Ölümün kıyısında gezinirken hissettiklerini bir bir okurla paylaşıyor. Yazarak ayakta kalmanın gücünü gösteriyor, yalnızca hatırlamak için yazılan notlar, bir süre sonra başkarakterin yeni hayatının vazgeçilmez bir parçası haline geliyor.
Yazar kurgu içerisinde, yalnızca bu hastalıkla baş etmek zorunda kalan başkarakterin hayatından kesitlere yer vermekle yetinmiyor, Hiçkimse’nin yatmakta olduğu hastanedeki diğer hastaları da başkarakterin yeni hayatına konuk ediyor. Felâtun Bey, Hikmet Bey, Müyesser Hanım ve diğer hastaların her biri ayrı karakterler olarak, kurgunun akışı içinde okura aktarılıyor. Burada en dikkat çekici yan ise, her bir karakterin ayrı hastalıklarının ve bu hastalıklardan dolayı farklı özelliklerinin olması. Yazar tarafından bu yan karakterlerin, başkaraktere olan etkileri, onların kendi içinde yaşadıkları ikilemleri, halüsinasyonları o kadar etkili anlatılıyor ki, okurun kendisini bir an olsun hastanede onlarla birlikte hissetmesi kaçınılmaz hale geliyor. Öyle ki, Felâtun Bey’in en yakını olarak Arthur Schopenhauer kurguya bir hayal ürünü olarak katılıyor, Hikmet Bey’in şüpheleri başkarakterin hayatının yönünü değiştirmeye yetecek kadar ileri gidiyor, Müyesser Hanım’ın ağzından çıkan bir isim, başkarakteri geçmişinde bir yerlere götürüyor.
Kurgunun kilit noktasında ise gazeteci Serap ve doktor karakterleri oldukça dikkat çekiyor. Başkarakterin doktora karşı geliştirdiği teoriler ve kurgunun sonuna kadar doktorun ona karşı olan davranışları, okurun kimi zaman başkarakterin hastalığını unutup ona hak vermesini sağlıyor. Bu, kurgu içerisinde başkarakterin rolünün ne kadar ustaca oturtulmuş olduğunu okura kanıtlıyor. Yine de Hiçkimse’nin gel-gitleri, bu karakterlerin gerçekten var olup olmadıkları hakkında bir süreliğine okurun kafasını kurcalamaya yetiyor, okur, kitabın sonuna doğru giderek artan bir merak çemberinde sürükleniyor.
Başkarakterin gazeteci Serap ile olan görüşmelerinde, Serap’ın her gelişinde, ondan farklı bir öykü anlatmasını isteyişiyle, okur birbirinden farklı ama her seferinde kurguyla bir ilişkisi olan hikâyelere şahit oluyor. Öykülerin aslında kurguya dâhil olması, her bir öykünün kurgudan bağımsız olarak okunmasına asla engel olmuyor. Dolayısıyla da okura, “yazar” olan başkarakterden farklı öyküler okumak ayrı bir keyif veriyor.
Kitapta başkarakterin diğer karakterlerle olan diyalogları sayesinde Alzheimer hastalığı hakkında pek çok bilgiye ulaşılabiliyor. Üstelik yalnızca sıradan, kulaktan dolma bilgiler değil, tıbbi terimlerle hastalığın beyinde yarattıklarına ilişkin pek çok detay, yadsınamaz bir şekilde satır aralarında varlığını gösteriyor. Dolayısıyla okur, başkarakterin yaşadığı tüm zorlukları, hem hastane sürecindeki iç dünyasını döktüğü yazılarından, hem de fiziksel olarak yaşadığı değişimlerinden öğreniyor, onunla birlikte sona doğru ilerliyor.
Kitabın en dikkat çekici sorgulamalarından birisi, ölüm ve yaşama isteği hakkında. İnsanın ölümüne kendi isteğiyle karar verip veremeyeceği, hele ki bir Alzheimer hastasının böyle bir kararının uygulanmasının doğru olup olmayacağı noktasında, kitap okura bambaşka fikirler sunuyor. Kendisini, kim olduğunu bile unutacağını bilen insanın o an için ölümü kabullenme noktasına gelmesiyle, kendisini unuttuğu zaman, ölmek istediğini de unutacağını aslında geçmişte hiç düşünmediğini fark ettiriyor okura. Bununla birlikte, 1800’lü yılların filozoflarının düşüncelerinden yola çıkılarak, Hegel’in bütün evrenin mutlak aklın ürünü olması gerektiğine dair düşünceleri, Diyalektik yasaları gibi felsefi birtakım oluşumlar kurgu içinde yer aldığı gibi, Tanrı-Şeytan karşılaştırmalarıyla yalnızlık kavramı hakkında karakterlerin didaktik cümleleri, okurun, onların diyalogları üzerinden karakterlerle birlikte sorgulamasını yapmasına olanak sağlıyor.
Korkularla cesaretin, bir hastalığın yarattığı kimlik arayışının, ona anlatılanlarla düşündüklerinin arasında gidip gelirken yaşadığı sıkışmışlığın, ölümü burnunun dibinde hissederken içindeki yaşama isteğinin anlatıldığı bir roman Hiçkimse’nin Anısı. Böylesine yüzleşmesi ağır bir hastalığa yakalanmış başkarakterin, hastalığını öğrenmesiyle duyduğu ölüm isteğinin, yeni bir “ben” yaratma evresindeki yaşama isteğiyle çakışması, insanın gerçekten de başka bütün umutları bittiğinde, hiç utanmadan ölmeyi isteyip isteyemeyeceğini dibine kadar sorgulatıyor. Kitabın arka kapağında da bahsedildiği gibi, okurun tam anlamıyla içine işleyen kurgusuyla, bu roman, “huzursuz” bir roman.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (20 Nisan 2016)
“Ölmekle yaşamak arasında bir roman; “Hiçkimse’nin Anısı” | Gamze Erkmen” üzerine bir yorum