Söyleşi: Yusuf Çopur
Çok az yazara nasip olur nesillerce okunduğuna yaşarken şahit olmak. Edebiyat tarihimiz zamanında anlaşılmayıp ölümünden yıllar sonra keşfedilmiş, çok okunmuş yazarlarla dolu. Gülten Dayıoğlu, yazarken ve yaşarken nesillerce okunmuş, sevgisi kuşaktan kuşağa geçmiş bir yazar olarak çocuk edebiyatının sesinin gür çıkmasında, duyulmasında büyük katkılar sunmuş, kitaplarla çocukları, gençleri kıymetli bir yolculuğa çıkarmıştır. Dayıoğlu, 80. Yılına 80 kitap sığdırarak edebiyatımıza kendi rengini katmış, okurlarının gönlünde silinmez anılarla ve karakterlerle güzel bir yer edinmiştir. Yazarla çocuk edebiyatımızı ve onun yazın hayatını konuştuk.
Elli üç yıldır yazan ve okunan bir yazarsınız. Kuşaklar değişse de okurlarınız hiç eksilmedi. Bu sevgiyi neye bağlıyor, nasıl yorumluyorsunuz?
Elli üç yıllık yazarlık hayatımda, kendimi hep yeni kuşakların ilgi alanlarına, beğeni çıtalarına ve değişim boyutlarına göre geliştirmeye çabaladığım için okurlarımla aramdaki bağ, kopmadı diye düşünüyorum. Başka bir değişle okurların düzeylerine erişme bilincim onların kalemimden kopmamalarını sağladı.
Küçük yaşta parçalanmış bir ailenin kırgın ve kırık bir kız çocuğuyken bugün nesillerin eskimeyen ilgi ve sevgisine sahip önemli bir yazarsınız. “Kırgın” geçen çocukluğunuzun yazma sürecine başlamanızda bir etkisi oldu mu?
Elbette oldu. İlk romanım Fadiş adlı romanımda bu etkinin derin izleri var.
Yazmaya başladığınız dönemden günümüze ülkemizde birçok radikal sosyopolitik değişimler, dönüşümler oldu. Bunlar sizi, yazdıklarınızı etkiledi mi? Hiç ümitsizliğe düştüğünüz oldu mu?
Mutlak özgürlük ve barış görüşleri dışında hiçbir akıma yandaş olmadım. İnsanı insan kılan evrensel ilkeleri, yol haritası olarak değerlendirdim. Bu nedenle mesleğimde umutsuzluğa kapılmadım.
Edebiyat ortamımızın üvey evladı çocuk edebiyatının kendi ayakları üzerinde durmasına büyük katkılar sundunuz. Geçmişten günümüze baktığınızda bizde de artık bir çocuk edebiyatı alanı var ve güçlü bir köke sahip, diyebiliyor musunuz?
Çocuk Edebiyatı gönül verip uğruna, pek çok zorluğu göğüslediğim doğru. Ama yarım yüzyıl sonunda, hala gelişmekte olan bir çocuk edebiyatından söz etmekten kendimi alamıyorum. Biraz da düş kırıklığım var. Çünkü Çocuk Edebiyatı günümüzde nitelikten sapıp, nicelik rüzgârına kapılmış durumda. Üzülüyorum…
Eserlerinizde gezip gördüğünüz ülkelerle ilgili renk, ışık ses, koku, görsel güzellikler, efsaneler gibi konu ve roman kahramanları yer alıyor. Tüm bunları karakterlerinizin “kimliklerine özümsetmek” nasıl bir süreçti?
Her türden kültür birikimimi, roman–öykü karakterlerine özümsetme konusunda, belli bir süreçten söz edemem. Çünkü yaptığım iş, tümüyle yazarlık bilinci akışı içinde kendiliğinden gerçekleşiyor.
On altı yıllık bir yazma sürecine sahip Yoksa Sen Misin? öyküsü altı yüzyıla dayanan Şaman bir kızın hikayesini anlatıyor. Bu kızın eserinize karakter olma sürecinden bahseder misiniz?
Yoksa sen misin? adlı yeni gençlik romanımın kahramanı Bürküt karakteri, sanırım daha lise yıllarımda, Şamanizm konusunda yaptığım dönem ödeviyle belirmeye başladı. Ama sonradan öylesine yoğun bir bileşime dönüşerek, oluşmayı sürdürdü ki! Yıllar sonra BÜRKÜT adlı bir udağan yani kadın Şaman çıktı ortaya .
En “şahsi” eseriniz Fadiş dışında kendi yaşanmışlıklarınızdan esinlendiğiniz kitabınız olmadığını söylüyorsunuz, bu tercihinizin nedeni nedir?
Eserlerimi yazarken, hiçbir zaman “hayatımdan şu, şu bölümleri romanımda değerlendireyim“ gibi bir tutumum olmadı. Fadiş’i yazarken bile kendimden söz etmekte olduğumu düşünmüyordum. Kitap bittikten sonra bunun bilincine vardım. Eserlerimin, konu, kurgu, anlatım vb. özelliklerinin birbirini aşması, yazarlık ilkelerimden. Bu nedenle kendi yaşamımı ısıtıp ısıtıp ortaya atmam beni yazar olarak yıpratır.
Geriye dönüp baktığınızda on yıllara dayanan yazma tecrübenizle edebiyatın toplumları değiştirebileceğine inanıyor musunuz?
Geçmişte bu soruya gözü kapalı evet yanıtını verebilirdim. Ama artık, edebiyatın toplumu değiştirme işlevini yerine getirebilmesi için, TEKNOLOJİ BÜYÜCÜSÜYLE arkadaş olması gerektiğine inanıyorum. Yine de insanların, “VAR OLSUNLAR” edebiyatın pabucunu dama atmamaya özen gösterdiklerini görüyorum. Seviniyorum. Yoksa sadece teknolojiyle yetinirsek, , İnsanoğlunun KİMYASI DEĞİŞİR gibi geliyor bana.
Türkiye’nin neredeyse dolaşmadığınız şehri kalmadı. Bu anlamda zengin bir sosyal gözlem tecrübesine sahipsiniz. Üzerimize yapışıp kalan okumuyoruz, yargısına katılıyor musunuz? Kitap, bugünün gençleri için size göre ne ifade ediyor?
Okuyoruz okumasına ama bugünkü insan için yeterli değil bu kitap okuma eylemi. Durumu neye benzetiyorum biliyor musunuz? Organ yetmezliği, kalp yetmezliği gibi söylemlerin içeriklerine… Dilerim bu yetmezlik nedeniyle kültürel yönden eriyip yeterli olan kültürler tarafından özümsenerek yok olmayız. Kitap çocuk ve gençler için yaşam koçu. Hayatın her türlü haliyle kitaplarda karşılaşıp zihinsel kültürel deneyim edinebilirler. Ana dilimiz güzel Türkçemize tüm zenginliğiyle egemen olup hayat koşusunda BEN DE VARIM diyebilecek düzeye gelebilirler. Yoksa kuru bilgi birikimine dayalı, EĞİTİM YOKSUNU ÖĞRETİM ile hayatla baş edebilmek çok zor. Kitap okumadan, üniversiteyi bitirmiş, hatta kendi dalında doktora yapmış kişiler Eğitimle beslenemedikleri için, bence yarım insan olarak hayatın içinde debelenip durmaktalar.
Her gün yazar mısınız? Özel bir saatiniz, mekânınız, takıntılarınız var mı? Bize biraz yazma sürecinizden bahseder misiniz?
Yazma sürecine girdiğimde her gün düzenli yazarım. Bazen sekiz saat çalıştığım olur. Yazma süreci bitince, yeni bir kitabın planlanma süreci başlıyor. O süreçte düzenli yazmıyorum. Araştırma yapıyorum. Teybime notlar almakla yetiniyorum. Sessizlik dışında mekân konusunda pek takıntım yok. Samanlık seyran yani… Ancak kitabın yazımı sona erince, altı kez okumadan yayınevine vermiyorum. Bu da takıntım.
İlk çalışmanız kitap olarak yayınlanma sürecinde neler yaşadınız? Reddedildiniz mi hiç? İlk heyecan nasıl bir duyguydu sizin için?
Yazarlığımın ilk yıllarında, iki yıl süreyle hep yayıncılar tarafından reddedildim. Fadiş elimde yayınevlerini dolaştığımı günler dün gibi belleğimde. Ama bu umursanmama, istenmeme süreci Fadiş yayınlandıktan sonra sona erdi. İyi ki direnmişim diyorum.
İçinizdeki en büyük “keşke” niz nedir?
Devlet lisesini bitirdim. Yabancı dilden yoksun kaldım. En büyük keşkem, ya İngilizce ya da İspanyolca gibi köklü bir dili öğrenememiş olmam. Bu keşke nedeniyle elli yaşımda, iki yıl İngiliz kültür merkezinde, yirmi iki dönem süren kurslara katıldım. Hocalarım beni İngiltere’de Baht kentinde yer alan Bell Shcool’a gönderdiler. Ancak bir ay orada öğrenim görebildim. Bu çalışmalar sonunda olabildiğince, dilin ana ilkelerinin bilincine eriştim. Hala bu yolda kendimi geliştirme çabam sürmekte. Ama yine de…
edebiyathaber.net (28 Nisan 2016)