“O zaman Gerçek nerede?” diye karşı çıktı Bedap ve esnedi.
“İnsanın üstünde oturduğu tepede,” dedi Tirin.
Her birimiz, üzerinde oturduğumuz tepeden gerçeğe bakarken, bugün sahip olduğunuz şeylerin olmadığını düşünün, ne siz ne başkaları, hiç kimsenin bir şeylere sahip olmadan yaşadığı bir dünya! Ne yaparsınız? Arabanız, eviniz. Kıyafetleriniz ya da ev eşyalarınız. Cep telefonunuz ya da el bilgisayarınız. Paranın olmadığı, dolayısıyla satın alma eyleminin ortadan kalktığı bir dünya düşünün. İktidar ve otoritenin ortadan kalktığı bir dünya hayal edin! Olası mı? Ütopya mı? Böyle bir dünyada yaşayabilir miydiniz?
Şu anda yaşadığınız dünyadan memnun musunuz? Memnuniyetsizliğinize neden olan olayların, yaşananların, olumsuzlukların temelinde sahip olduğunuz ve sahip olmayı düşlediğiniz şeyler olabilir mi? Üzerimizde hüküm süren iktidarlar, güçlerini o sahip olduğumuz şeylerden alıyor olabilirler mi?
İlk yayınlandığı 1974 yılından beri üzerine en çok konuşulan ve tartışılan romanlardan biri olan, bir klasik olarak kabul edilen Mülksüzler, şimdiye kadar kapitalizme darbe vuramamış olsa da güncelliğini ve eleştirilerindeki haklılığı, daha da güçlenerek, koruyor.
Katıldığım okuma grupları nedeni ile bazı kitapları tekrar okuma şansım oluyor. Gümüşlük Akademisi’ndeki toplantımız için de Mülksüzler’i tekrar okuma şansım oldu. Okuyan ve okumayanlara bir hatırlatma olsun, Edebiyat Haber aracılığı ile kitaba dair birkaç kelam edeyim dedim.
Kitabın yazarı, bilimkurgunun kült isimlerinden, Ursula K. Leguin bu romanında eğrisiyle doğrusuyla anarşist bir toplumu anlatıyor. İsmini kurucuları Odo’dan alan ve kendilerine Odocu diyen insanlardan oluşan bu toplum Annares isminde bir dünyada yaşıyor. Onlar mülksüzler. Bir iktidarları, bir devletleri yok. Para kullanmıyorlar. Satın alma, ticaret gibi kavramlar yok bu dünyada. Konuştukları dil ne kapitalizmin afili kavramlarını, ne şiddet sözcüklerini, ne küfürleri içeriyor. Toplumun kurucusu Odo, kullanılan dilden başlamış özgürlüğü ve devrimi yaratmaya.
Tabii bu dünyanın bir karşı dünyası da var: Urras. Urras’ta ise, bizim yaşadığımız dünyanın benzeri bir dünya var: kapitalizm, iktidar, para, hırs, savaşlar, silahlar, şiddet, her şeyin satın alınıp satılabildiği bir dünya.
Ursula K. Leguin bu iki dünyanın karşılaştırması ile insan doğasına en uygun olabilecek dünyaya dair bir teori geliştiriyor, daha güzel bir dünya düşü kurmaya davet ediyor okuru. Bunu yaparken ne Annares’i yüceltiyor, ne de Urras’ı alçaltıyor. Her iki dünyanın açmazlarını, kısıtlarını masaya seriyor. Aslında tam anlamı ile bir insan ve toplum eleştirisi okuyoruz, ancak insana dair umudu yitirmeden.
“Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever, melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür.”
Romanın ana kahramanı Shevek, Annares’te yaşayan bir bilim adamıdır. Tüm gerçek bilim adamları gibi, yaşadığı toplumda farkına vardığı yanlış ya da eksiklikleri, toplumu karşına alma pahasına dile getirmekten ve inandığı doğrular yönünde hareket etmekten taviz vermez. Aralarında bazı alışverişler olsa da, Annares ve Urras birbirine karşı toplumlardır, bir dünyadan diğerine gidip gelmek yasak değildir ancak iki toplum tarafından da kabul edilemez bir durumdur. Shevek bu görünmez kuralı yıkarak, Urras’a bilim adamları ile çalışmalarını ve düşüncelerini paylaşmaya gider. Biz de Shevek ile beraber iki toplumu karşılaştırırız roman boyunca. Shevek, Odoculuk’un felsefesini tüm benliği ile içselleştirmiş bir Annaresli’dir. Urras’ta yaşadığı deneyimler, Odo’ya olan inancını güçlendirirken, Urras’ın olumsuz yanları kadar kendi toplumun çıkmazlarını da görmesini sağlar.
“Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun.”
“Barışa yalnızca barış yoluyla ulaşılabilir, yalnız adil eylemler adalet getirebilir!”
İnsanın var olduğu her yerde ego ve hırslar da olacaktır. Ego ve hırsın olduğu yerde iktidar, iktidarın olduğu yerde, ezenler ve ezilenler, yasalar ve kurallar olacaktır. Annares’te devlet, otorite, ordu, toplumsal sınıf, savaş ya da ticaret yok. Ancak toplumsal vicdan ile bireysel vicdanın çatıştığı her durumda bireyin ve toplumun alacağı tavır bir denge sağlayamadığı takdirde, toplumsal vicdan bireysel vicdanı egemenliği altına alır, o zaman da kamuoyu iktidarından söz etmek durumunda kalırız. Annares’te de bu yaşanır.
Shevek, Annares toplumuna ve insana olan inancını, geleceğe dair umudunu hiç yitirmez. Urras’ta da Annares’te de insanlara benzer cümlelerle seslenir:
“Devrim ya bireyin ruhundadır, ya da hiçbir yerde değildir. Ya herkes için ya da hiçbir şey içindir. Eğer herhangi bir şekilde sonu var gibi görünüyorsa, gerçek anlamda hiç başlamayacaktır.”
Mülksüzler anarşizmi ve anarşist bir toplumu anlatıyor. Bize öğretildiği ve bir dolu olumsuzlukla eşleştirildiği gibi hiç de kötü değil bu anarşizm. Ne şiddet içeriyor, ne nefret. Mücadele için ne savaşmayı öngörüyor, ne de her yolu mübah gören politik stratejileri. Hiç de fena değil bu anarşizm! Kitabın sonunda, en az romanın kendisi kadar etkileyici, Bülent Somay imzasını taşıyan bir Sonsöz yer alıyor. Bu yazının sonsözü de oradan bir alıntı olsun:
“Bir birey olarak çevremizi saran, devletin, kapitalizmin ya da yalnızca ‘kamuoyu önyargısının’, çoğunluk kanaatinin duvarlarını yıkmak yeterli değildir. Ulusları, ülkeleri, dünyaları ayıran duvarları yıkmak da yeterli değildir. Kendimizi kendimizden, an’ı zamandan, ve hangi toprak parçasında, hangi gezegende yaşarlarsa yaşasınlar tüm canlı varlıkları birbirinden ayıran duvarlar (ki bunlar sonsuza uzanıyor) yıkılana kadar her birimizin birer ‘olumsuz, tersine duvarcı ustası’ olmamız gerek LeGuin’e göre.”
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (2 Mayıs 2016)