Beşinci romanı Aynadaki Adam Nisan ayında yayınlanan Hasan Saraç ile İzmir Kitap Fuarı’nda yazarlık ve kültürleri yaşatmanın önemi üzerine konuştuk.
Hasan Saraç kimdir?
Babam fizik profesörü, annemse lise tarih öğretmeniydi. Ortaokulu İzmir’de, liseyi Ankara Fen Lisesi’nde bitirdim. ODTÜ’den Bilgisayar Mühendisi olarak mezun oldum, 1985 – 1988 yılları arasında yaz aylarında Harvard Business School OPM programına katıldım.
Bizim evde her türlü kitap bulunurdu, çok geniş bir kütüphanemiz vardı. Annemiz bize yemeklerde tarihten, okuduğu kitaplardan bahsederdi. Böyle büyüdük. O tadı alınca insan bir daha okumayı bırakamıyor.
Peki, yazı yazmaya nasıl başladınız? Mutlaka sizi etkileyen bir şey olmuştur ki yazmaya gönül vermişsinizdir?
2009 yılında iş hayatından çekildim. Otuz yedi yıllık meslek hayatım boyunca hep insanlarla iç içe oldum ve çevremdekileri eğitmeye elimden geldiğince önem verdim. Yurt dışında yeni çıkan mesleki eserlerden özetler çıkartır, şirket içi seminerler düzenlerdim. Sanırım anlatmaya böyle başladım. İşten ayrıldığımda ise ilk olarak otobiyografik bir kitap kaleme aldım. Daha sonra da ilk romanımı yazmaya başladım. Yani birçok etkinin birikerek tetiklediği bir süreç bu. Yaklaşık yedi yıldır sürekli yazıyorum. Eskiden hiç olmazsa hafta sonları tatil yapardım. Şimdi ise haftada yedi gün mesai yapıyorum.
Devamlı yazı yazıyorsunuz, üretiyorsunuz…
Zamanla gelen bir alışkanlık bu. Hele yazar olmak istiyorsanız temponuzu, disiplininizi hiç bozmamanız gerekiyor. Aslında edebiyat dünyasının büyük ustaları diyor bunu, ben yalnızca onların ne söylediklerini paylaşıyorum sizinle. Üslubun gelişmesi için sürekli okumak, hiç durmadan yazmaya devam etmek ve kendine güven duymak çok önemli. Bu süreç elbette yıllar alıyor, sabır ve özveri istiyor.
İlk romanım Çapraz Oyun yayınlandıktan sonra yaklaşık altı ay boyunca her gün bir kitap tanıttım facebook ortamında. Amacım kitap okurlarını edebiyat dünyasının farklı tatlarıyla buluşturabilmekti. Bu aşamada Edebiyat Haber’den yazar portreleri hazırlamam konusunda bir davet aldım. Ben de edebiyat dünyamıza ve genç okurlarımıza küçük bir katkım olsun istedim ve yola koyuldum. Bazı portreleri hazırlarken yüzü aşkın kaynaktan yararlandığım oldu.
Röportajların da çok önemli olduğuna inanıyorum. Bu işi hakkıyla yapan Paris Review gibi saygın kuruluşlar var. Bu söyleşileri okuduğunuzda o yazar hakkında bilmediğiniz çok şey keşfediyorsunuz. Daha da önemlisi yazma sanatı ile ilgili düşüncelerini öğreniyorsunuz. Portrelerimi hazırlarken bu dosyalardan yararlanma fırsatım oldu. Sanırım yetmişe yakın yazar, ressam, bestekâr portrem yayınlandı Edebiyat Haber sitesinde.
Kelimeler nerede, ne zaman kalemin kâğıtta raks etmesini sağlıyor?
Kelimeleri dans ettirme konusunda iddialı değilim ne yazık ki. Buna karşın, oldukça karmaşık kurguları rahatlıkla oluşturabildiğimi söyleyebilirim. Her işte olduğu gibi yazarlıkta da öğrenmenin sonu yok. Kat edilecek, üstesinden gelinecek pek çok aşama var.
Yazarların karakter yapısı, bilinçaltı birikimleri, yaşam hakkındaki düşünceleri bir şekilde satırlarına yansıyordur diye düşünüyorum. Örneğin ben iflah olmaz bir iyimserim, dolayısıyla kötümser karakterlere romanlarımda fazla rol veremiyorum. İçimden gelmiyor. Roman kahramanlarını yaratırken o kadar farklı anılardan, okumalardan, gözlemlerden esinleniyoruz ki, bir nevi kolaj oluşuyor. Hatta ilk başta düşündüğümüzden biraz daha farklı bir kişilik bile çıkabiliyor ortaya. Sanırım yazmanın keyfi, yaratıcılığı biraz da burada gizli.
Edebiyat Haber sitesinde benim de katıldığım çok keyif verici bir Ortak Kitap projesi vardı ve okuyucuların yorumlarıyla 13 Saat + 1 Ömür adlı romanınız oluştu. Bu projede zorlanmış mıydınız?
Bir insan, daha doğrusu bir yazar böyle bir projeyi sanırım hayatında ancak bir kere göze alabilir… O romanın kurgusu genel hatlarıyla kafamda önceden canlanmıştı tabiatıyla, ancak tek bir satırı bile yazılmamıştı. Hatırlarsanız altı hafta sürdü bu proje.
Her hafta iki bölüm yazıyordum ve Edebiyat Haber’de yayınlanıyordu. Bölümler yayınlandıktan sonra okurlardan sonraki bölümler için çok farklı öneriler geliyordu. Altıncı haftanın sonunda romanın kurgusu daha net bir biçimde ortaya çıktı ve yaklaşık seksen sayfası da yazılmış oldu. Bu kısım ilk 13 Saat’e karşılık geliyordu. Sonrasında, geri kalan ‘+ 1 Ömür’ kısmını yazıp romanı tamamladım. Hayli yorucu, bir o kadar da güzel bir deneyimdi.
Ben de kendi bloğumda hem yaptığım röportajları yayınlıyorum hem de unutulmaya yüz tutan kültürümüzü yazmaya çalışıyorum. Geleceğe kayıt olması için…
Kültürleri yaşatmanın önemli olduğuna ben de katılıyorum. O yüzden de tarihi, gelenekleri araştırarak kurgumu zenginleştirmeye özen gösteriyorum elimden geldiğince. Bu illaki şart mıdır bir roman yazarken, hayır değildir. Ama bir roman okurken yeni bir şeyler öğrenmenin de önemli olduğuna inanıyorum, sıradan bir yemeğe katılan farklı soslar, lezzetler gibi.
Peki, yazı yazarken ve bu değişik sosları oluştururken iç dünyanızda hangi fırtınalar esiyor?
Ben yazarken çok heyecanlanıyorum. Roman kahramanlarımın bazı halleri beni duygulandırıyor olmalı. Heyecanınız bir şekilde o satırlara akseder. Okura da yansır, bazı okurlarımın bana yazdıkları gibi ‘kendilerini o hikâyenin içinde’ hisseder. Aslında bu her eser için de böyle değil midir? Zevkle ve itina ile yapılan her iş, hatta kurulan her ilişki daha güzel, daha anlamlı oluyor.
Yerimde olsaydınız son olarak kendinize hangi soruyu sorardınız?
‘Bu romanları yazarken kafanızda önceden tasarlanmış bir kurgu var mıydı?’ diye sorardım herhalde. Bence roman yazmanın bir anayasası yok. Bazı romanlarımda başlangıcı kurguluyorum, bazen de tam tersine final bölümünü en baştan belirliyorum, hikâye ise zaman içinde gelişiyor. Sanırım bir romanı kaleme alırken işin içinde biraz bilinmezlik olması beni daha çok heyecanlandırıyor.
Şu ana kadar yazdığım romanlarda yaklaşık yirmi – yirmi beş önemli karakterim oluştu. Toplumun değişik kesimlerinden geliyor bu karakterler. Bazıları öğretim üyesi, bazıları emniyet mensubu, bazıları eleştirmen, grafiker, sekreter; bazıları genç iş adamı veya kadını. Bu karakterlerin önemli bir kısmı bir romandan diğerine dolaşıyor, zaman içinde farklı özelliklerini sergiliyor ve okurları şaşırtabiliyor. Romanlarımın fantastik, polisiye ya da psikolojik olması bile bu süreci etkilemiyor.
Söyleşi: Lale Bollukcu – edebiyathaber.net (13 Mayıs 2016)