Her kitabı okumak
Her yıl kitaplığımı gözden geçirip düzenlerken, bazı ayıklamalar yapar; yer/konu düzen değişikliğine de giderim. Çalışma konularımdır çoğunlukla belirleyici olan. Ama kitaplığımın genel düzenin hiç mi hiç bozmaktan yana değilimdir.
Geçmişte her ay kaç kitap/kaç sayfa okuduğumun çetelesini tutardım. Okuma güncelerim, yazar/konu okuma defterlerim çoğaldıkça bundan vazgeçtim. Gene de içimdeki her kitabı okuma arzumu bastıramadım. Kitaplığımın günbegün büyümesi de bu yüzden; merak ve okuma, öğrenme isteği… Eğer bunlar olmazsa yazmanın çok da anlamlı gelmediğini, yazıda yolculuklarımın bu denli yoğun ve çeşitli olamayacağını düşünürüm. Bu nedenledir ki bölünmelerim çoktur… Yazıevim, yaşamaevim, kitaplığım, arşivim…
Türkiye gibi bir ülkede bir yazar için bunca bölünmek “külfet” ötesi bir şey. Her şeyi elinizin altında tutmanız zor ötesi…
İş gelip gene de okumaya, tutku ve meraklarınıza dayanıyor. Evet, okumasaydım; okuma tutkusunu bu denli içimde diri tutmasaydım yazamazdım. İnsan okudukça yazar. Hele okumak istediğiniz kitapların önünüzde sıralandığını gördükçe, yazmanın nasıl bir yaşama ırmağına dönüştüğünü düşünürsünüz kaçınılmaz olarak.
Anlatan olmak
“je n’enseigne point; je raconte”
-ben öğretmiyorum; anlatıyorum-
Babam da, halam da iyi birer anlatıcıydılar. Üstelik babamın yazısı ve çizgisi güzeldi. Çizginin/çizmenin genetik bir “yetenek” olduğuna inanırım. Eğer öyle olmasaydı üç kardeş, oğlum ve yeğenim bu denli çizgi/resim düşkünü olamazdık.
Dünyanın başka bir yerinde de olsaydık yine böyle, anlatmak/çizmek için yaşayabileceğimizi söyleyebilirdim. Oğlumun tasarımlarını, yeğenim Deniz’in çizimlerini gördükçe, gen haritamızı daha çok merak eder oldum.
Çizerek ve yazarak anlatan olmanın benzersizliğine daha çok inanıyorum artık.
Hatırladıkça yazmak
Şunu sıklıkla yineler dururum: Unutarak yaşar, hatırlayarak yazarız.
“Neden gitmiyorsun, görmek istemiyorsun,” dedi dostum.
Geçmişte yaşamak istemediğimi açıklayarak anlatmaya başladım ona.
“Ne o orada, ne de Ben,” diyerek noktayı koymaya çalıştıysam da; dönüp kendime, duygularıma bakmış, o bitmeyenin/silinmeyenin ne olduğunu anlamaya vermiştim kendimi.
O kanayanın…
Yani bir türlü dinmeyen, silinmeyen, unutulmayan neydi?
Gidilen hiçbir “kadın”da bulunamayan, yer yer birilerine öfke/nefret duyulan… Özlenen, ama gidilemeyen; hatırlanan ama gerçekten anlatılamayan neydi peki?
Bir karşılaşma ânı çok yaralayabilirdi belki de!
Bir kaçış mıydı, yoksa bir sığınış mı?
Kanayan yaralarıyla yaşayabilen başka bir canlı var mıydı?
Bizi, “ölmeyecek kadar yaralı” kılan neydi peki?
Dün, bir defterimde yazdıklarımda bunun yanıtını buldum sanki: “Hiç Kimseye Söz Etmedim” adıyla bir öykü yazmışım, belki bir gün bunu sizinle paylaşırım sevgili okurum.
Yaralı yurdum
Her insanın bir Doğu’su vardı. İçinde, yaşadığıyla gittiği yerlerde buluşandır bu da çoğunlukla.
Bir yanı gösteren aynadır, ötesi de sırlı olan.
Doğu, bende hep böyledir. Sırlı yanımda taşıdıklarımla aynada gördüklerim/gösterdiklerimdir beni tanımlayan.
Sırlayan ve gösteren…
Biraz da geçmişimizdir bu.
Doğu’dan Batı’ya yolculuğumda dönmemek üzere yola çıktım. Uzunca bir süre doğduğum kente küstüm, uğramadım kıyısına bile. Ne zaman ki yazmaya başladım oraya dair, barıştım! Dahası hep orada yaşadığımı, içimdeki Doğu’yu gördüm! Ama gene de dönüp bir yerleşik yurt kıl(a)madım kendime.
Sonra, yolum, (tıpkı Ferit Edgü gibi) bir kazazedeye benzer biçimde Andırın’a düştü. Aralık 1979’dan Ocak 1982’ye kadar burada geçen günlerim beni alıp başka yere taşıdı. Dönüşte, İstanbul’dan buraya gelen “ben” değildim artık.
Uzunca süre Andırın’ı da ne andım, ne de yazıp ettiğim “Andırın Defterleri”me döndüm.
Sizi yaralayan yer/yurt biraz da aranızdaki soğukluğu yaratmaz mı?
Gelin görün ki; benim içimdeki Doğu, yolculuklarına hep devam etti.
Hatırladıkça yazdım, unuttukça yaşadım Doğu’yu.
“Babil’e Yolculuk” adını verdim, yeryüzü gezgini kıldım kendimi. Kar Masalları’nda o sırlı dünyanın duygu labirentlerinin kıyısında gezindim. Bir Kentin Solgun Yüzü’nde yitirdiğim çocukluk cennetimi aradım.
Ve bugün, nicedir ayrı kaldığım Doğu’ya yeni bir yolculuğa çıktım. Rüyalarımdaki Van’a kavuşmak istedim.
Okuduğum, düşlediğim Van’ı bulamayacağımı bile bile kendimi o yolun yolcusu kıldım. Muradiye, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Tatvan, Gevaş, Edremit’e kadar gittim. Van denizinin rengiyle gözlerimi yıkadım, Süphandağı’nın eteğindeki karları avuçladım… Ercişli Emrah’a kavuştum. Buraları görmeden, yaşamadan onun Selvihan’la öyküsünü yazmanın ne denli eksik kalacağını derinden hissettim.
Ve tenha bir salonda, Vanlılara Yaşar Kemal’i anlatırken de en çok Esrük Dağı’ndan, onun Van’ı en iyi anlatan anlatıcılığından söz ettim.
Bir de, Doğu yolculuğumdan dönerken okumaya başladığım bir kitaptan, Herder’in şu sözünü “Doğu’ya Yolculuk” defterimin alınlığına kaydettim:
“…ulusun onuruna katkıda bulunalım; ona haksızlık edilen yerde hakkını da savunalım… Ama onu açıktan açığa övmeyi, kendi kendine böbürlenmek sayıyorum.”
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (31 Mayıs 2016)