Umberto Eco bir söyleşinde “Gerçekler etkileyicidir, çünkü kurmacadan daha özgündür,” diyor. Peki, nedir bu peşinden koşup durduğumuz gerçek? Aristo’ya göre sadece elimizle tutup, gözümüzle gördüğümüz varlıklar gerçektir. Ona göre fikirlerimiz, bu fikirlerin ilgili olduğu şeylerden, duyulardan ayrılamaz. Oysa Baudrillard’a göre gerçeklik ilkesi tamamen zihinde oluşan, düşünsel bir süreçtir. Gerçeğin ne olduğu konusunda yanıltılan ya da gerçeklik algısı saptırılan bireyler, artık tercihlerini gerçek olmayan fakat gerçekmiş gibi onun yerini alan şeyler üzerinden yapmaktadırlar. (Jean Baudrillard – “Simularklar ve Simülasyon) İşte tam da bu noktada edebiyattaki gerçekliği tartışmak gerekli belki de. Kâğıt üzerinde yarattığımız kurmaca gerçeklik ile bildiğimiz anlamdaki gerçeklik birbirinden ne kadar farklıdır?
Ercan Başer’in 2015 Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülü kazanan kitabı “İyi Bir Hikâye” işte bu tartışma üzerinden kurgulanıyor. Kitabın kahramanı E. iyi bir hikâye yazmak isteyen hikâyesizin biri. Geriye dönüp baktığında her insan gibi iyi bir hikâye görmek istiyor. Fakat önüne dikilen “gerçek” onun işini zorlaştırıyor. “İyi bir hikâye çemberin kırıldığı yerde mi başlardı?” diye soruyor kendine E. Onun hikâyesi de işte burada, bu çemberin, belki de bununla kastettiği gerçeklik algısının kırılmasıyla başlıyor. Yolda hiçbir zaman biriyle karşılaşmadığını düşünürken eski arkadaşı, belki de aşkını bir türlü itiraf edemediği N. ile karşılaşıyor ve o andan itibaren kahramanın da bir hikâyesi oluyor. Kitap boyunca kaybettiği N.’yi arayan E., onu bulma yolunda edebiyatın gerçekliği ile sınanıyor. Ve kendini hiç bilmediği ama içine girdikçe büyülendiği yazı dünyasının içinde buluyor.
Tuhaf bir yolculuk E.’ninki; hem N.’yi hem de kendini arıyor bir anlamda. Ona yol gösterense hep edebiyat. Yanlışlıkla da olsa bir yazma seminerine katılan E. burada edebiyatın, yazının ve hatta sözcüklerin önemini
kavramaya başlıyor ve işinin hiç de kolay olmadığını fark ediyor. Üstelik ona yazmanın sırlarını öğretmeyi vadeden bir de Yazar dâhil oluyor hayatına. Sıra dışı yöntemleri ve fikirleriyle kahramanın aklını iyice karıştırıyor bu Yazar. Kendi hikâyesi ile N.’ninkini ayırt edemeyen E., sürekli N.’yi anlatmaya çalışsa da bu çok zor, çünkü onun sözleriyle “… Yine de tüm bunlar onu okurun gözünce canlandırmaya yetmezdi. Çünkü o, yalnızca karşılaştığınızda görebileceğiniz biriydi. Tümüyle gerçek yani…”
Bu noktadan sonra E.’nin hayatı yazmak, okumak ve yazının sırrını çözmeye çalışmakla geçiyor. Bu mücadeleyi sade ama derinlikli bir dille ve parçalı bir kurgu içinde sunuyor bize Başer. Kendi hikâyesini adım adım kuruyor ve bu arayışı da yazının bir parçası, hatta omuriliği haline getiriyor.
“Bazen, hayatı anlamanın iyi bir hikâyeden başka hiçbir yolu yoktur,” diyor yazar ikinci bölümün başında. Biz peşinden koştuğumuzda hikâye bize kendini açar mı? Yoksa yazdığımız hikâye yavaş yavaş hayatımıza mı sızmaya başlar? Bu hikâye ne kadar gerçektir diye bize soruyor metin. Sık sık kahramanın kendi fikirleriyle, etkilendiği yazarların sözleri üst üste biniyor ve roman yer yer dipnotlarla ilerliyor. Postmodern kabul edilebilecek bu teknikle arada sırada romandan uzaklaşıp metne ve yazıya dışarıdan bakmamızı istiyor yazar. Metinle aramıza bir mesafe koyuyor ve nesnel bir bakış açısıyla tespitlerde bulunuyor. Hatta Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabında bahsettiği gibi, içindeki saf ve kurnaz okurları karşı karşıya getiriyor ve bir üst kurmaca oluşturuyor.
Kahramanın etkilendiği yazarlar, onların yazma üzerine düşünceleri yer yer belirip kayboluyor metnin yüzeyinde. Kitap aynı zamanda yazanlar ve yazma üzerine kafa yoranlar için de değerli bir kaynak. Bu metinlerarasılık kitaba ayrı bir lezzet katıyor.
Kitabın ironik, yer yer mizahi dili ve 1. tekil anlatımın getirdiği samimiyet, bu çetrefil konuların içinde zaman zaman bizi güldürüyor, bize nefes aldırıyor. E. kendiyle dalga geçebilen, entelektüel, sınırlarının bilincinde, bezgin bir karakter. Hayatta durduğu yerle de barışık üstelik. Oblomovluğa bir adım ötede. Hayatın yalnızca anlatılmaya değmeyecek hikâyelerini biriktirmiş o güne dek. Ama romanın başında bu hikâyelerin gerçeğe açılan yol olduğunun henüz farkında değil. E.’nin yazmayla ilgili her yeni keşfi onu gerçeğe bir adım daha yaklaştırıyor.
“Bir hikâye özünde gerçek, görünümünde güzel bir yanılsamaysa, yazmaya değerdi!” diyor E. üçüncü bölümde. Ve sıkça bu rezil dünyada samimi bir şeyler bulup yazmaya çalışmanın budalalık olup olmadığını sorguluyor. Çoğu iyi yazarın karşısındaki o büyük boşlukla baş başa kaldığında sorduğu bir soru bu belki de. Yazmaya değer ne var? Gördüğümüz, duyduğumuz hatta ellediğimiz şeylerin bile gerçekliğinden emin olamadığımız bu çağda, hâlâ gerçeği yazmanın peşinde koşmak niye? Gerçeğe bağlı kaldığımızda tadı tuzu kaçan, o büyüye kapıldığımızda uyduruk masallara benzemeye başlayan “gerçek” aslında nerede?
Eco “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti” kitabında okurun yazarla sessiz bir anlaşma imzaladığını söyler. Bu bir kurmaca anlaşmasıdır. Okur, kendisine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir; ancak bu, yazarın yalan söylediğini düşünmesini gerektirmez. Yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. Okur da kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranır. Kurmacanın gerçeği daha ilk satırda okurda dönüşmeye başlamıştır bile. Bu romanda da edebiyatın gerçeği nasıl dönüştürdüğünün ve onu nasıl daha etkili kıldığının bir keşfi anlatılıyor. Peki ya sözcüklerin gücünü yok eder, bizi derinden etkileyen şiirleri, öyküleri, bir tül perde ardına gizlersek ne olur? Hikâye ya da söz değerini kaybederse bir gün…
Başından sonuna hayatı, gerçeği ve edebiyattaki gerçeği sorgulatan, çok katmanlı bir roman “İyi Bir Hikâye.” Bir ilk kitap için oldukça olgun ve çokça çalışılmış olduğu belli. Birbirine benzeyen, süslü anlatımlar, büyülü hikâyelerle görünür öykülerin peşinde koşan romanların arasında size ferah bir soluk aldıracak, derindeki hikâyenin peşinde, derdi olan bir kitap bu. Başer’in dili, biçemi ve tekniğiyle kalıcı olacağının ve daha çok üreteceğinin habercisi.
Belki son sözü, Başer’in romana kattığı gibi şair Muriel Rukeyser’e bırakmak gerek: “Dünya hikâyelerden oluşur, atomlardan değil.” Bir hikâyeniz varsa insanları her şeye inandırabilirsiniz, hayatınıza bir anlam katabilir, hatta kitapta da ironik bir dille anlatıldığı gibi hayatınızdan bir roman yaratabilirsiniz. Önce söz vardı, söz hikâyeye dönüştü, geriye de belki yalnızca bu yazılı sözler kalacak. Yazarın deyimiyle “zamana karşı kazanılmış ilk ve tek zafer.” Yeter ki iyi bir hikâyeniz olsun!
Gamze Güller – edebiyathaber.net (21 Haziran 2016)