Ayhan Geçgin’in romanlarını okurken kapılacağımız ilk izlenim, yazarın düşlere ve düşüncelere yer açmada gösterdiği inatçı çaba olacaktır. Romanın nesnel boyutunu gerilerde bir yere hapsetmeyi göze alan, düşünen öznenin bilincinin sınırlarını kollayan böylesi bir tutum, en parlak ve geniş yansımasını Gençlik Düşü’nde bulan bu bir çeşit ‘hayal işçiliği’, kimi zaman okuduğumuz satırları, birbirlerine açılan rüya kapıları gibi sorunsuzca genişleyen paragrafları ve en nihayetinde bütün bir romanın aklımızda bıraktığı yarı dalgınlığa benzer uyanıklık halini yavaş yavaş kalıcı bir anıya çevirir. Titizlikle irdelenen onca düşünce parçacığı ve uzun betimlemelerden sonra, elimizdeki kitabın zihnimizde birtakım anılarla birleşebildiğini görmek ise, bütün bir okuma sürecinin az çok olması gerektiği gibi, bir bütünsellik içinde olup bittiğini gösterir ki, bence yazarın asıl mahareti de burada yatar: Kitap hem bizi merkezinde bir yere davet eder, hem de bazen o kadar uzaklaştırır ki en sonunda bir merkezi olduğunu bile unutturur: Son Adım’da en ideal halini bulduğunu düşündüğüm bu denge, düşüncelerle olgular arasındaki sürekli salınım durumu etrafında dolanmak istiyorum biraz.
Belki de buna kısaca ‘hayatın bilinci’ demeliydim, çünkü yaşlı ve hasta babaannesiyle yaşayan Alisan karakterinde bu bilinç, diyelim Gençlik Düşü’nün genç adamına kıyasla daha fazla dışa, güncel dünyaya ve kişilere dönüktür. Daha ileri bir yaşta olduğunu gördüğümüz, en azından para kazanmak ve hayatını idame ettirmek zorunda olacak kadar ‘hayata dönük’ Alisan’ın, romanın ilk uzun bölümünde, hayallerinin ve düşünceli halinin gerçekleri yönetmede yetersiz kaldığını, sürekli bakılmak durumunda olan yaşlı bir kadının şahsında hep bir tür çıkışsızlık içinde bulunduğunu hemen sezeriz. Bu bağımlılık ve sorumluluk duygusu, Alisan’ın zihninde bazen suçlulukla ve belli belirsizce aşılsa da, kendisini daima dışarıdan gözleyen bir üçüncü göz onun önüne daha çok gizli bir hesap defteri gibi şimdiye dek yaptıklarını ve yapması gerekenleri serer: Özellikle hastalığının alevlendiği zamanlarda babaanneye katlanmak (çoğu yaşlı insan gibi alıngandır da biraz), günlük bakımını yapmak, yatağından tuvalete taşımak ya da alelacele hastaneye yetiştirmek ister istemez izlenimlerinin daralmasını, Gençlik Düşü’nde karakterin belirgin bir çevredense sanki bütün bir yeryüzüne açılıyormuş gibi görünen bağımsız düşüncelerine kıyasla hep biraz denetim altında tutulmasını neredeyse zorunlu kılar.
Yaşlı kadının gittikçe daha da kötüleştiği, böyle bir durumda yapılması gereken her şeyin biraz beceriksizlikle ve buna eşlik eden kararsız, özgüveni düşük bir ruh haliyle düşünülüp kotarıldığı tüm bu süreç sessiz torun için bir yanıyla aslında bir beklentiye vesile gibidir; ama, elbette, böyle bir şeyin de ötelenmesi gerektiğini, sayfalar döndükçe biz de doğallıkla kabulleniriz çünkü ölüme doğru giden bir hayatın, gözlerinin önünde her an daha da ufalıyormuş gibi duran bu yaşlı bedenin doğurduğu etki, düşünceler kadar ve belki de daha derin bir yolla hislere yakındır. Bu anlamda Gençlik Düşü’nde soğukkanlılıkla ilerlettiğimiz hikâyenin ve kulak kabarttığımız insan ilişkilerinin aksine, Son Adım’da dokunaklı bir yön daha ağır basar; ama bu durum karakterlerin birbirlerinden çok ayrı düşmesinden değil, onları çevreleyen kişi ve ilişkilerin farklılaşmasından ileri gelir. İlkinde sürekli ‘değerlendirilen’ bir uzaklıktayken, ikincisinde bunun tam aksine artık bir parçası olunması gereken daha yaşamsal bir niteliğe bürünmüştür bu çevre. Gençlik Düşü’nde her söz, şahit olunan her olay genç adam için hemen derin düşüncelere kapılmaya vesileyken, Son Adım’da düşünceler hayat tarafından az çok ketlenmiş gibidir: Ya da, daha uygun bir ifadeyle, ikisi birbirlerine pek de uzak durmazlar. Hâlâ hayalci olabilen, ama bir yanıyla ‘kaderine de teslim olmuş’, bildiğini tam da okuyamayan biridir Alisan.
Hayatına birdenbire bir kadın; felçli babası ve on beş yaşındaki oğluyla yaşayan dul komşu kadın Kader girince Alisan’ın dünyası baştan aşağı değişir. Elbette somut fiziksel hayatından büyük bir kopuş değildir bu; yine de artık her gün eve girip çıkmaya başlayan bu kadın, babaanneden gizlice arka odada geçirilen yalnızlık anları ve yoğun cinsellik, hiç olmadığı kadar sahicidir ve ağır bir gerçeklik halini iliklerine dek hissedilen daha keskin başka bir gerçekliğin gittikçe gölgeliyor olması, bu hayata bir soluklanma fırsatı verir: Bu iki yalnız insan arasında sınırlarına dek vardırılan arzu ve kurulan yeni ilişki, kitabın artık gerilerde kaldığını hissettiğimiz sıkıntılı ilk kısımlarıyla, hiç ummayacağımız bambaşka bir kaderle Alisan’ı bekleyen ikinci bölümü arasında çok hafif bir geçiş gibidir ve yaşanmakta olan bir hayale benzemesiyle ikisinden de ayrılır. Babaannenin sürekli değişen durumuyla kesintiye uğrayarak süren bu anlar, bu saatler ve yaşlı kadının ölümünden (bu sahne benzersizdir) sonra evde geçirdikleri uzun bir gün, birbirlerine gittikçe bağlanan bu iki kişinin düşüncelerinin de aynı zamanda bir bütün oluşturduğunu ve romanın özgül dünyasına gereken canlılığı ve umudu katabileceğini gösterir. Ama babaannenin ölümü hâlâ tam bir son değildir çünkü vasiyet ettiği gibi İstanbul’dan çok uzaklardaki köyüne gömülmesi gerekmektedir.
Kısa sürede dönme düşüncesiyle varılan bu uzak yer (Düzova), Alisan uzun yaşamı boyunca hep öteleyip kaçtığı akrabalarına yakınlaştıkça (arada her biri hakkındaki düşüncelerini, izlenimlerini öğreniriz) önceleri uzak ve belirsiz bir ihtimal, derinden derine bir duyumsama şeklinde de olsa, giderek farklı bir yaşam biçimini çağırır. Romanın bundan önceki bölümünde Alisan’ın gizli bir alt akıntı gibi zihninin oyuklarında sakladığı birçok düşüncenin bir tür sağlaması olarak da görülebilecek ve daha en başından kuşkulu bir görünüm barındıran bu uzak diyardaki sahneler, taşıdıkları gerçeklik etkisiyle, yavaş yavaş hayallerin yerini alırken Kader ve bütün bir önceki yaşam da bir soru işaretine, daha doğrusu geride bırakılabilecek bir ihtimale dönüşür. Ama bu durumun, düşüncede de olsa üzerine gidilerek değil, daha çok ‘başa gelecek’ başka bir tür kader gibi yaşandığını da, köyün ve bir toplumun gerçekliği kendini her an duyumsatırken fark ederiz. Alisan’ın iç acıtıcı gerçeklerin içine düşmüş bir hayal kişisi gibi varlığının zaman zaman belirsizleştiği ve romanın son kısımlarında da göreceğimiz gibi aslında yabancısı olduğu kirli politik bir cenderede hiçe sayıldığı bütün bu olaylar silsilesi, kaderinden uzaklaştığı mı yoksa ona yakınlaştığı mı belli olmayan bir yolculukta attığı artık bu son adımlar, herhangi bir payının olmadığı bir hayatta ona biçilen rolün çok ağır, bundan böyle iç sesinin eşlik edemeyeceği kadar ağır olduğunu gösterir.
Son Adım, yaşıyor gibi göründüğümüz hayatların aslında bize ait olup olmadığı, bir hayatın ve bunun iradesinin nerede başlayıp nerede bittiğine dair güçlü bir fikir sunuyor. Bu fikri edinebilmemiz ya da ona yaklaşabilmemiz içinse nasıl bir hayat sürmemiz gerektiği sorusu, işte bu hayatı kabullenmeyi gerektiren sessiz sorgulama ve bunun dinmeyen bilinci, romanın başından sonuna derin bir hakikat gibi parıldıyor. Belki de asıl soruyu yaşarken kendimize asla soramayacağımızı biliyoruz da, romanı okurken kuvvetle hissettiğimiz gibi, ürkütücü bir biçimde birbirinin yerini alan herkes ve her şey bizi buna zorluyor. Ama bir hayat vardır, oradadır, ve belki de yaşanıyor ve yaşanmıştır: Alisan’ın son kez düşündüğü gibi; her yaşam aslında eksiksiz ve tamdır.
Erhan Sunar – edebiyathaber.net (19 Ağustos 2016)