Yaşadığınız güne/ ana dair cümleler bulduğunuzda o kitabı kendinize daha bir yakın bulursunuz ya… Yine aynısı oldu, “Yüzen Fazlalıklar”ı okurken “Bazı karşılaşmalar hiç boşuna değil!” diye geçirdim içimden.
Büyük bir hikâyenin içindeki küçük öyküleri okur gibiydim “Yüzen Fazlalıklar”da. Vaktin alabildiğine genişlediği bir zaman diliminde okuduğumdandır belki. Kimi zaman küçürek öykülerle süslenen bu kitabın kapağına –nedense- ilk önce deniz mavisini yakıştırdım. Sonrasında ise “Kırlangıç Senfonisi”ni hatırlayıverdim birden. Kapaktaki toprak tonlarını, daldaki o kuyruğu karalı tek kırlangıcın anlattığı şarkıyı ve masalsı dili düşününce… Böyle de olabilir dedim, “Yüzen Fazlalıklar” toprak rengiyle de anlam kazanabilir.
“Bir ada gibiyim”…
“Gece muazzam bir gözdür; onun görüşü hiçbir şeyde yoktur çünkü karanlıktır.” cümlesiyle açılıyor ‘film’in perdesi. Kimi ‘sahne’ kısa, kimi ‘sahne’ ise alabildiğine uzun… Bazen değişiklik olsa bile kitap boyunca hep aynı kahramanlar çıkıyor karşımıza. (Aynı olayı, başka bir bakış açısıyla okuduğum da oldu.)
Dili incelikle işleyen bir yazar Fadime Uslu. Sakin sakin anlatıyor, acıyı bile o kadar dingin zerk ediyor ki okurun damarlarına!.. O bitimsiz sancı okuduktan sonra bırakıyor tortusunu.
“Bir ada gibiyim, çevrem yüzen fazlalıklarla dolu. Rüzgâr hangi yönden eserse essin kıyılarıma vuruyorlar.” diyen yazarın anlattığı o hüzünlü öykülere dönüyorum şimdi. Birden yüzümde esen ada yeli, daha önce hiç duymadığım bir müziğin benzersiz tınısı, zeytin ağaçlarının beni kovuğuna çeken gölgesiyle karşılaşıyorum. Kelimeler arasında gezinirken, ayakkabılarımı çıkarıp o sahil kenarında yürür gibi oluyorum. Gün batımına doğru, yerden bir deniz kabuğu alıp içindeki öyküleri dinliyorum. O uğultu hiç dinmiyor.
Leyla Abla, Mari ve kırlangıçlar…
“Uyku Yılanı”, kısa bir öykü. “Yaşlı bir kadının arka bahçesindeki içi geçmiş kabakların arasından bir kör yılan taş avluya süzüldü.” derken masalsı anlatımıyla göz kırpıyor okura.
“Yüzen Fazlalıklar”daki anlatıcının ablası biraz ‘rahatsız’, ama fiziksel mi yoksa ruhsal mı ilkin tam anlaşılmıyor. Bazı şeyleri sezdiriyor gerçi şu satırlar: “Ablam uzunca bir süredir sadece kuşlarla ilgileniyordu. Baykuşlar, turnalar, kargalar, sonra kartallar simgeledikleri anlamlarıyla ablamın dünyasında yeniden oluşur, onların dünyasına dalıp gider, bulduğu anlamı hayatının parçalarıyla birleştirirdi. Kırlangıç vazgeçemediği kuşuydu.”, “Ebabillerdi yeni takıntısı. Dağ kırlangıçları. Neden ama? Bu neyin habercisiydi?”.
Öyküler, herhangi birimizin acısı olabilecek kadar tanıdık ve bir o kadar da sahici! Hayat, bazen kocaman bir incinmeye dönüşebiliyor. Ablası ile onun doğum gününü kutlarken anlatıcının telefonu çalıyor. Eşine doğum günü kutladıklarını söyleyince adam, “Bu kaçıncı yahu, insan bir yılda kaç kere doğar?” diye dalga geçiyor. İlginç bir ayrıntı, diye düşünüyorum okurken. Can acıtıcı aynı zamanda…
“Kırlangıç Senfonisi”, metaforik anlatımın hüküm sürdüğü hüzünlü bir aşk hikâyesi… İlk gençlik zamanlarına dair masalsı bir aşkı anlatıyor. “Rüyalar bazen acımasız olur…” cümlesi kalıyor aklımda en çok ve de “Bu bir kırlangıç senfonisiymiş ve dünya yaratıldığında duyulan ilk müzikmiş.” Kahramanı, Leyla Abla ilaç kullanıyor. Rüyalarına giriyor yıllar sonra kırlangıçlar. Mari onun bakıcısı. Leyla anlatıyor, Mari dinliyor. “Oralarda sen yoksan ben de yoktum Lu.” diyor. Sarsıcı bir öykü…
“Kendini suya bırakan”…
Acı da var kahramanların dilinde, suskunluk da, anımsayış da… Öykülerin genelinde lirik bir hüzün gizli sanki: “… ablamın sesinde denizle, hatta çok uzağımızdaki yıldızlarla ilgili bir şeyler vardı.” Bir poyraz. Zeytin ağaçları sonra… “Nostalji” öyküsünü okurken diğer öykülerdeki gibi bir sahil kasabasına iner gibi oluyoruz. “Sesinde dingin denizlerin, o denizlerin içine doğru hafif esen yelle sürüklenen –ipini çoktan koparmış- başıboş sandalın çevreye yaydığı miskin havası vardı. Sırtını dayadığı kale burcundan çekildi. Saçını uçuşturan rüzgârı avuçlarıyla yüzünden sıyırdı.”
“Özgür Kedi Kokusu”nda otostopla arabasına aldığı yaşlı bir ressam kadınla arasında geçen diyalogları var anlatıcının. “Sabit ve Değişken”de ‘Bana yeni bir şey söyle, öylesine yeni olsun ki anlamını hemen bulamayayım. Dışında kalacağım bir cümle kur.’ diyor. “Teke”de de: “Tırmanacaksın,” diyordu, “kalp atışların artacak, soluğun yetmeyecek ama tırmanacaksın. Zirve ne kadar dağın tepesiyse o kadar da senin uçurumundur. Oradan derinine bakacaksın.”
Kabavata’nın anısına ithaf edilen “Son Turna” öyküsü ise oldukça şiirsel bir öykü. “Kiraz çiçeklerinin yumuşacık kokusunu soludu. Bu kokuda düzenli düşüncelerini erkeğinin yaptığı her şeye yöneltecek kadar sevgiyle dolu bir kadının imgesini bulurdu. Çiçeklerin kokusu tenini okşayarak cesaret ve güç veriyordu sanki. Gökyüzüne, coşkulu bir ırmağın akışına kapılmış gibi akıp giden bulutlara baktı.” Öykülerin arasına gizlenmiş imgeler hemen göze çarpıyor. “İlkbaharda bir alabalık, kendini suya bırakan”…
Fadime Uslu, anlatım sorununu aşmış bir yazar. Öyküleri kimi zaman üstü örtük kimi zaman açık bir anlayışla yazılmış sanki. Orada, burada, şurada karşılaşacağımız herhangi bir acıyı doluyor diline. İnsanların içlerine eğiliyor, okurken içimize eğilelim diye belki de. Anlatıcı ile ablası ve onun ‘hayat arkadaşım’ dediği bakıcısı Mari’nin öyküleri, sanki bir romanın bölümlemeleri gibi duruyor. Bu, yazarın bilinçli tercihi sanki… Ancak atmosfer ve kahramanlar aynı olunca ritim de ister istemez biraz yeknesaklaşıyor. Bunu da son bir not olarak düşmek istedim.
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (31 Ağustos 2016)