Bazı yazarları hasretle, susayarak beklemek okurluğun güzelliklerinden. Pelin Buzluk, pek çok okurunun beklentisine, acele bir refleks sunmayarak yaklaşık dört yıl gibi bir aradan sonra yine fazlaca gevezelik etmediği, bize hikâyeler anlatmayı vaat etmeyen kitabıyla, En Eski Yüz ile karşımızda.
Deli Bal isimli ilk öykü kitabından beri takip ettiğim Buzluk’un 2010 yılından bu yana sadece öykülerle hemhal olmadığını; özelde edebiyatın ahvali, genelde ise hâl-i pür melalimiz hakkında da kafa yorduğunu biliyorum. O bu düşünmeyi, bu dünya ağrısını bizlere öyküleriyle de belli eden yazarlardan. Ancak bu hâl onun diline mesafe olarak yansıyor. “Deli Bal” ile başlayan, “Kanatları Ölü Açıklığında” ile devam eden ağrılı, karanlık yanlarımız ile omuzlarımıza ne zaman nerede yüklendiği ve bayrak yarışı gibi her yeni gelene aktarılan ağırlıkları anlatırken seçtiği dille kendi yaşıtı ya da çağdaşı yazarlar arasından sıyrılmayı başarıyor. Onun dili ile üzülmüyor, ağlamıyor, kahırdan ölmeye yatmıyoruz; seziyor, anlar gibi oluyoruz. “Az evvel aklımdaydı, neydi neydi?” sorularıyla unutmayacağımıza antlar içip neyi unuttuğumuzu bile hatırlayamayacak kadar beyaz sayfaya dönen zihinlerimizde harflerin yavaş yavaş yeniden belirmesine şahit oluyoruz.
Öyküde dayandığı ve güç aldığı en önemli öğe atmosfer olan Buzluk, anlattıklarının her okurda farklı dünyalar yaratmasını da seçtiği imgelerle ince usul başarıyor. “Kanatları Ölü Açıklığında”da yer alan “Kasap Havası” öyküsü gibi, “En Eski Yüz”deki “Su İşi” ve “Dördüncü” öyküleri yalnızca yarı gerilimli, çokça belirsiz havasıyla okuru öyküde sıkıca tutuyor. Ama Pelin Buzluk öykücülüğü denildiğinde akla ilk gelen kocaman bir silgi oluyor, Buzluk bile isteye sildiği, boş bıraktığı yerlerle oluşturduğu acabalar, soru işaretleri ve bol antrenmanlı okuma vaadiyle kendi okurunu yetiştiriyor.
İletişim Yayınlarından çıkan, bende bir köşeciğe çekilip sessiz bir kuytuda okuma özlemi uyandıran on bir öyküsü ile “En Eski Yüz”, gelin size ne hikâyelerim var demeyen, kendi dilince, başka dünyalardan bir belirip bir kaybolan öykülerle dolu. Bir süre sonra gerçeğin yerine rüyada kaybolmayı yeğleyeceğimiz, gerçeğin karanlığının ancak düşlere inanırsak geçeceğini fısıldayan öyküler bunlar. Bazen aramaktan vazgeçmenin, içeride bir yerlerde yarattığı yaraya rağmen bir umut barındırdığını hatırlatan da öyküler:
İnsan bulamayacağından eminse eğer, aramaya kalkışmadığında o son zayıf umudu sarf etmemiş oluyor.
Ve yine açılan yaraların ille de kabuk bağlayıp iyileşmeyeceğini, ama özlenenlerin bazen pazen bir gecelik içinde fazla ses çıkarmadan ağladığımız bir gecede, hiç tanımadığımız ama umudun, iyileşmenin ya da sadece huzurlu bir uykunun onda olduğunu hissettiğimiz bir kadının bile isteye açtığında, deştiğinde olduğunu anlatıyor.
Önüme terlik bıraktı. Hemen gidip çay suyu koydu. Bana bir şey sormadı. “Biri gelmez yaralar, biri gelir yaralar. Biri de sade kabuğu kavlamaya gelir. Bunlar dörde ayrılır,” dedi. “Dördüncü ne yapar?” diye sormadım.
Bazen ortaya dökülmezse, bazen o omuzlardaki yükler “öff” denilip atılmazsa, ten bazen gemisiz korkulu denizlere değdirilmezse o özlenenler olmuyor. Sustukça anileşiyor ölümlerimiz.
Pelin Buzluk, Onat Kutlar’la birlik oluyor, bize tekrar söylüyor: Bir gerçeğin düşte görülmüş olması neyi değiştirirdi. Düşlerimize inanalım.
Pelin Buzluk’la yapılan bir söyleşi için>>>
Ebru Askan – edebiyathaber.net (21 Eylül 2016)