Ercan Kesal deyince ne çok şey düşüyor aklımıza; sinema, edebiyat, içimizi ısıtan denemeler, hekimlik… Benim Kesal’a yakıştırdığım şöyle bir vasıf var, coğrafyamızın “duygu sosyoloğu”; şöyle ki kendisi bulunduğu tüm alanlara kalbini koyuyor sinema ile ilişkisinde yazı ile ilişkisinde hep duygularımıza odaklanıyor, tüm bedenimizde hissedebildiğimiz bir etki bırakıyor. Ayrıca antropolog titizliğiyle gözlemlediği gündelik yaşamımızı öyle yerlerden yakalıyor ki, yaptığı her iş yaşanmış olana, insana özellikle de coğrafyamıza, anılarımıza ve bize dokunuyor. Hekimlik anılarından bahsettiği yazılarından da anlıyoruz ki onun insanla ve hayatla kurduğu yatay eşit bir ilişki biçimi var. Ercan Kesal’ın İletişim Yayınları tarafından basılan, sinema, edebiyat ve hayat üzerine yazılarından oluşan; “Cin Aynası” kitabı da bahsettiğimiz, içimize dokunan Kesal yazılarından oluşuyor.
Kesal’ın “Cin Aynası” kitabı sayesinde kendisinin pek çok konudaki fikirlerini de öğrenebiliyoruz. Örneğin; “Cama Çarpan Kuş” adlı yazısında yazar yaptığı alıntıyla belirtmiş sanata dair fikirlerini; “Dünyayı değiştirecek olan şey filmler, resimler ya da edebiyat değil, o filmleri seyreden, o kitapları okuyan ya da o resimlere bakan ve işte tam da bu yüzden değiştiği için, dünyayı değiştirmeye karar veren insanlardır. Belki de en büyük suçumuz, kendi kendimizi değiştirmeden başkalarına öğretme girişiminde bulunmamız, ‘dünyayı sanat yoluyla değiştirme’ çabasına girmemiz. Dünyayı değiştirmeden önce insanın kendisini değiştirmesi gerekiyor.” Yaptığı bu alıntıyla Ercan Kesal bize şunu hatırlatmış zannedersem; insanın önce kendi özündeki eksiklikleri tamamlamalı ki ondan sonra dünyayı değiştirme çabası olsun. Çünkü yine bahsedildiği gibi herhangi bir sanat yapıtı veya herhangi bir kitap, film kendi başına dünyayı değiştirme misyonu edinemez. Bu açıdan sanatın öznesi onu ortaya çıkaran kadar onu takip eden, onunla hemhal olan, yaşamsal pratiğinde ondan bir parça barındıran, dünyaya ve kendisine ondan bir parça ekleyendir. O açıdan haklıdır Kesal, kendisi değiştiği için dünyayı değiştirme çabasına girer insan.
Ölüme, acıya doymuş topraklarda yaşıyoruz. Kesal’ın yazılarını takip edenler onun yakın tarihin belleğine değen yazılarını, kendi yaşamına yaptığı atıflarla ördüğü anlatısını bilirler. Kesal, beleğinin yükünü iyi omuzlayabilmiş bir insan bana kalırsa ki bu nedenle yaptığı tüm işlerde bu özelliğinin izlerini görüyoruz. Adorno; “ Kurbanı unutmak onu tekrar kurban etmektir” der, Ercan Kesal bu cümlenin hakkıyla kurbanı tekrar kurban etmemek için yazıyor, söylüyor, oynuyor çoğu zaman. Bu nedenle onun yazılarında yakın tarihin izleri belirgin bir şekilde yer alıyor. Deniz’den, Mahir’e, Ulaş’a, Roboski’ye, Veysel Güney’e, Hrant’a kadar kalbimizi mezar yerine döndüren onca acıya ve katliama kendi üslubuyla, unutmamanın bilinciyle değiniyor kitabında. Kesal’ın yakın geçmişimize odaklanan yazıları; unuttuğumuzu, yaşamımıza devam ettiğimizi düşündüğümüz onca ânı, onca kaybı, hatırlatıyor ve zaten acının geçmediğinin, yaşananların ve yaşatılanların bir kalp sızısı olarak olduğu yerde ilk günkü gibi durduğunu fark ettiriyor.
Dünyayı utancın kurtaracağına dair bir söylem vardır bilirsiniz. Bu günlerde kişisel kanaatim dünyayı kurtaracak pek bir şeyin kalmadığına doğru yönelse de Ercan Kesal’ın kitapta yer alan “Ahlâk Utanmayı Bilmektir” adlı yazısında söylediği şu cümle belleğimin bir köşesine yerini alıverdi. Kesal diyor ki; “ Utanmak. Ahlâkın ince sınırı…” Sanırım bu sınırı belirleyen şey kimin ahlâkını önemsediğine göre belirleniyor. Devletin ve genelin nefret yüklü ahlâkıyla hareket ediyorsan ve egemen söylemin utanmadığı tüm o yaşanmışlıklardan sen utanmıyorsan, ahlâkın o ince sınırına da ulaşamıyorsun. Neye utanacağını bilmek sanırım burada önemli bir nokta. Yazar bu bahsettiğim yazısını babası ile ilgili bir anı, Adalet Ağaoğlu ve Kemal Tahir’den yaptığı alıntılarla harmanlamış ve şöyle bitirmiş; “Ahlâk, en olmaz zamanlarda “Ben buradayım arkadaş” diyebilmektir. Evet, öyledir bence de, kimse yokken, bir şeyler anlatılmaya çalışılırken, çocuklar ölürken, insanlar yok yere tutuklanırken, yok olmak değildir “ahlâklılık” insan yaşananları kendi bilinciyle ve iradesiyle idrak edebiliyor ise, tahakküme boyun eğmiyor ise o “utanca” ve “buradayım arkadaş” diyebilen “ahlâklılığa” varabiliyor sanıyorum. Ercan Kesal’ın bu yazısının en azından bana düşündürdükleri bu yönde.
“Cin Aynası” kitabının girizgâh kısmında şöyle demiş Kesal; “Bazen, intiharın eşiğindeki birini dikkatle dinleyip ona yol gösterirsin, ki bu hekimlik sanatıdır; bazen başka bir hayatın mümkün olduğu rüyasını yaşadığın bir meydanı terk etmezsin, ki bu direnme sanatıdır; bazen de geçip giden bir zaman parçasını kamerayla mühürleyip kaydedersin, ki bu da herhalde sinema sanatıdır.” “Hekimlik sanatı”, “direnme sanatı” ve “sinema sanatı” Ercan Kesal’ın yazılarında karşımıza çıkanların özeti bir bakıma. Ve onun bu kitapta toplanan yazıları bizim de yaşamımıza ve belleğimize dokunarak, bazen kırılan parçalarımızı, bazen neşeden dem vuran yanımızı, bazen de sanata dair edimlerimizi duyumsatıyor. Yaşamı sanatla örmek ve bunu yaparken bireyin kendisi olabileceğini hissedebildiği tüm alanlara sanatsal bir incelikle yaklaşmak, yazarın başardığı şey bu diye düşünüyorum. Ayrıca, biliyorum ki Kesal’ın yapma çabası içerisinde olduğu her şey bizim de “yaşama sanatı”mıza dair.
Emek Erez – edebiyathaber.net (22 Eylül 2016)