Giden söz
Akdeniz kanatlandırır sizi. Renk ağışması ta dağlardan başlar. Toros Dağları’na yaslanan kent, denizin mavisiyle yeşilini buluşturur. Öyle ki; burada bir yanda sonsuzluk duygusunu yaşarken, ötede de bir yere bağlılık aidiyetini hissettirir. Bunun içinde, yarımadaya kurulan kaleyi seyre çıkmanız yeterlidir. Yüksekliği seyre çıkmanız yeterlidir. Yüksekliği denizden 250 metre. Surların uzunluğu 6,5 km. 13. yüzyılda Selçuklular tarafından yapılmış Sultan I. Alaeddin Keykubat’ın eseri. 83 kule, 140 burç, kentin su ihtiyacı için de 1200 sarnıç. Tophane, Tersanesiyle şaşırtıcı bir yer. Öncesi ise Romalılara dayanır.
Alaeddin Keykubat bu yöreyi, 1220-1221’de Selçuklu ülkesine katar. Bir bakıma onların Akdeniz’e açılmasıdır. Ardından da Karamanoğulları, Memlûkler ve Osmanlı gelir.
Yazıp anlatmalı burasını.
Akdeniz’deki sözün ve tarihin iklimine dönmeli sanki.
Buradaki o sonsuzluk duygusu sarmalıyor insanı. Ve tarih elbette ki…
Yaşamsal izlerle birlikte kuruluş düşüncesini taşıması açısından da önemli bence.
Kant’a dönerken
Yurttaşları burada. Kaba, banal, vahşice tüketen, bağırarak konuşan, iri kemikli halleriyle birer Kelt Savaşçısını andırıyor kadın ve erkekleri.
Okumayan, görmeyen, gülmeyen yüzleriyle ve ekşi kokularıyla canhıraşça yiyorlar ha bire. Bense, Kant’ın Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlemler’ini okuyorum.
“Anlayış yücedir; nükte güzeldir.” diyordu Kant. Bizde olan onlarda olmayanı düşünüyorum bir süredir.
Onu okurken yeni bir bakış edinmek müthiş. Sizi adeta kanatlandırıyor. Onu böylesine akkorlaştıran ne onu düşünüyorsun ister istemez.
Geçişlerde
Yazmak için iç dinginliği kadar mekân/yer uyumu gerek. Çünkü insan, her şeyiyle, kendini yalnızlaştırarak yazıyor.
İnce iş bu. Maharet ötesi, özen/bilgi/birikim gerektiriyor. Duyarlılık, düş gücü olmazsa olmazı elbette. Çalışmaksa bu işin manivelası.
Yazarken, okurken, düşünürken geçişlerde yaşarım hep. Kendi uçurumumu kendim yaratırım. Oraya varmak için beşiklerden geçmenin zorluğuna inanırım.
Hiçbir zaman “yazdım oldu” demedim. Hep, “daha iyi nasıl yazar, nasıl ifade ederim”in arayışında oldum.
“Kaplıcada Son Yaz”ı yazarken bunca yer/mekân, insan, düşünce arasında gezinmem de biraz bundan.
Şimdi, bunun için, yeni bir geçiş zamanına hazırlıyorum kendimi.
Kale’de, yanımda Doğu Akdeniz Yakından kitabı Uğur Kökden’in. Onunla uzun uzun söyleştiğimiz ânları da taşıyorum şimdi kitabıyla Alanya’ya. Ufuk açıcı bakışı, birikiminin farkında olmayanları buradan seyretmek de ironik olsa gerek! Onun gelip burada yaşayarak yazması, Akdeniz’in tarihini/ruhunu kavraması benim için her dem önemlidir.
Akdeniz’de mola…
Palmiyelerin gölgesinde geniş yapraklı muz ağaçlarının seyrindeyim. Gözlerimi alan parıltı, az ötesi Akdeniz. Oynaşan gölgelerdeki ışık oyunları ruhumu okşuyor. Buraya kök salmak istiyorum.
Hesap ödeyen genç adama, yanında süklüm püklüm duran, uzun etekli başörtülü genç kızı kaleye çıkarıp gezdirmesini söyleyen lokantacıyla baş başa kalınca:
“Belki kızı kaçırmıştır,” diyorum!
“Yok olur mu, hamile, bak karnını saklıyor,” diyor.
Onların masasına servis yaparken kulak misafiri olmuştum:
“Neredensiniz?”
“Maraş’tan geldik…”
O uzaklaşınca dikkatimi veriyorum onlara. Ortaya bir kuru, bir pilav, bir de cacık söylemişler. Kadının sırtında yaz sıcağında yün yelek. Genç adam uyarıyor. O da iri göğüslerini örtmek için yeleğini çekiştiriyor.
Ürkekler. Hiç konuşmuyorlar. Adam cacığı, kız ise kuru ve pilavı kaşıklıyor. Hiç konuşmuyorlar.
Akdeniz’in kıyısında, mavinin her renginin oynaştığı yaz sonunda iki ürkek genç. Tedirgin. Köyden geldikleri bütün hallerine yansıdığı gibi; bana ilk hatırlattığı, genç adamın genç kızı kaçırdığı. Çıplak ayaklarında terlik var. Akdeniz’in “Zeliş”i belki de bu!
“Yayladaydınız demek,” diyorum.
“Evet, yarım saat ötede, işadamı yaylası. Dün göç ettik. Haziran’da gider, Ekim başında döneriz. Orada her şeyimiz var. Suyumuz, aşımız, ekmeğimiz; rakımız da elbette. Pazarları açmayız burasını. Adam bulmak zor, kimse bu meslekleri beğenmiyor, iş saymıyor. Oğlumla biraderim var…”
Bir çırpıda anlatmıştı bunları.
Ticaret Odası’nın önünden geçerken, duyuru vitrindeki afiş gözüme ilişmişti : “Meslekte yeterlilik belgesi aldınız mı?”
Çarşıya giriyorum. Açık dükkânların önünde bekleşip pinekleyen bir dolu insan. Müşteri bekliyorlar.
Bir kemerciden kemer bakıyorum. Yan dükkânda bulmaca çözen biri üşenerek kalkıp bana yöneliyor:
“O baktığınız hakiki deri, 60 Lira, size 40 yaparım” diyor. İlgilenmediğimi görünce; “isterseniz plastiği de var,” diyor kaygısızca.
Başımla olumsuzluyorum, bu kez hırsla:
“Ne istiyorsunuz o zaman,” diyor.
Bu kez de ben dönüp ona hırsla şunu diyorum:
“Anlamadım, bu afra tafra niye; baktım yalnızca.”
“Tamam tamam,” deyip başını sallıyor.
Canım cebelleşmek istemiyor, limana doğru yöneliyorum.
‘Mesleksiz bir toplumun halleri, diyorum içimden. Üretmeyen satıcı; bekleyen, miskin, tembel oluyor…’ Daha fazlasını da düşünmek istemiyorum.
Çünkü bu hal hiç de Akdenizlilik’e yakışmıyor. Denizi, toprağı, üretimi, eylemi, emeği, insan diyaloğunu bilmeyen Akdenizli olabilir mi?
Kolayından kazanç, kolayından yaşamak üretmeden ve düşünmeden kazanıp yaşamaktır.
Toplum nicedir sıradanlaştırılıp sürüleştirilerek bu duruma getirildi.
Cumhuriyet mola verdi kendine, o ruh, o inanç, tutku, üretim, çaba kalktı ortadan.
Bugün Akdeniz’in de bana anlattığı budur. Dönüp yaşadığın bu mevsimde, sanki gözlerden ıraktasın; tıpkı ülkende, o duygudan uzakta kaldığın gibi…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (1 Kasım 2016)