“Üstünde yaşayan insan yoksa toprak da yok demektir. Bastığımız zemin topraktan değil insandan ibarettir. Burada bulunmak, giderek imkânsız hale geliyor benim için. Kararlıyım; hükmüme girmeye rıza gösterecek yeni bir halk almalıyım; insan bulmalıyım.” (s.85)
Yakupistan adındaki muhteşem taht ülkenin kuruluş niyeti böyle beyan edilir. Fakat Yakupistan El- Yakub’un yaşama tutunma çabasının yansıması olarak kalır. Oysa bizim bildiğimiz Yakup çağrılmadığında bir şiirde yaşıyordu. Ama çağrılmıştı artık. Aslında çağrılmamıştı, kulağına fısıldamışlardı adını. Kendisini kendisi çağırsın, tutup getirsin huzurlarına istemişti Efendiler. Yakup kendisini teslim etti. Adı öyle büyük harflerle yankılanmadı.
Efsanesi de vardı Yakup’un öyküsünden başka. İkiz kardeşinin topuğunu tutup dünyaya gelmişti. Yakup Tanrıyla güreşti dediler önce, sonra Tanrıya adadı kendini. Hangisi doğru bilinmez ama babasının görmezden gelişine hileyle nokta koymuş Yakup. Babası onu tanımış, bilmiş ama kardeşiyle de düşman olmuş. İsmi değişmiş.
İşte Yakup’un yakın uzak bu öyküsünde dünyanın sahibi Efendiler vardır ki onlarca tanınmak mühim. Yakup’u elçiliğe getirirler. Ulaştıracağı bir mektup tutuştururlar eline. Bu sebepledir ki bir Yakup’un öyküsü yazılacaksa, anlatı büsbütün ona emanet edilemez. Efsanesine bakılırsa ona güven olmaz. Bir yazar ya da anlatıcı asla buna müsaade etmez. Etmemeli. Amma velâkin yıllar var ki çağrılmayan Yakup’u çağırdığımızda yokluğa doğru mu büyür? Yol kuşkuya boğar onu. Yürür, başta emin, babasının adı gibi, sonra şüpheye düşer aynı bir oğul gibi. Bir uzun öyküde, ‘yoksa roman mı demeli’de geçer bunlar: Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor.
Roman, hangi çağda ve de varsa dağda geçiyor, bilinmez. Bir yandan iktidarın gölgesini okur, diğer yandan barbarları ararız Yakup’la. Yakup’un öyküsü bizi daha çok ilgilendirir. At üstündeki haliyle Don Quijote’yi andıran ve kahraman olmak üzere yola çıkan Yakup bir zavallıya dönüşür çünkü. Kahramanlık bitti kalmadı artık karakter zamanı, ama bu metinde varsa bir başkarakter o da dil. Kusura bakmasın çağrılmayan geveze Yakup. O sadece dilin aracı. Dil onu trajikomik hallere sokar çünkü, ciddiyetini bozar. Söylemin tuhaf sözdizimine dönüşür. Dilin halini onun bulanık zihninden okuruz. Hatta bir yerde anlatıcı ses girer araya, kasaba sakini diyoruz gürültücü insan topluluğuna diye. Mevcut dili alaya alır. Çünkü dilin yetersizliği fark edilir. Ta ki Yakup metni eline alana dek.
Wittgeinstein, “Tümce, mantıksal uzamda bir yer belirler,” demiş. Yakup bu anlamda yerini bir türlü bulamaz. Metni kavrar ama saçmalar, zıp zıp zıplar, metnin göçebesi, yersizyurtsuzu olur. Zamanla delirir. Foucault’nun deyimiyle “…delilik yersizyurtsuz, imansız ve vicdansızdır.” Konuşur ama sadece kendisini yani deliliği konu edinir. Yakup da sürekli kendinden ve görevinden bahseder. Dilsizliği yine dilden geçer. Çünkü eninde sonunda Yakup susar. Konuştuğu sürece bedeni dilden ibaret olur. Daha doğrusu bedensiz gibidir. Karşımızda kocaman bir zihin olarak durur. Dışarıyı oradan görür. Yakup metaforlardan, düğümlerden oluşan bir kelime makinesine dönüşür. Bu makine imla veya noktalama bilmez. Peş peşe sıralanan yüklemler, öznesini bulamaz.
Oysa başta her şey yerindeydi. Görevini düzgün yapan biriydi Yakup. Onu başkası da anlatabilirdi üstelik. Sıra dışı bir çağrılma olayıyla içine şüphe düşmeseydi, çağrılan ve çağırması gereken kendisi olmasaydı her şey tüm alışageldiği haliyle devam edecekti. Aklı başında kalacaktı belki. Anlatıyı devralan ve imgelerle konuşan delirmiş dil onu ele geçirmeyecekti. Ya da Yakup’un iradeyi eline almaya, yer yer kendine görevini hatırlatmaya dayalı özgüvenini anımsarsak, Yakup efendiliğe soyunmayacaktı. Dolayısıyla kimin kimi ele geçirdiği birbirine karışmayacaktı.
Yazarın hiç mi suçu yok peki. Yazar ortalıkta yok. Muhtemelen anlatılana ortak olmaktan korkmakta. Dil tarafından ele geçirilmekten. Yakup’a devlet kurdurmaktan, ona akıl vermekten sakınmak için saklanmakta. Üstelik Yakup yer yer yalan söyleyip, metni edebiyatın yalan bölümüne kilitlemeye çalışır ama dil buna izin vermez. Öyle miydi, böyle miydi derken Yakup’un dili sürçer, kuşku eşliğinde gerçeği ağzından kaçırır. Hatta okura ben sevecen değilim, sevmeyin beni der, ivecenim ben. İşte tam burada bir an yazar görünür gibi olur. İroni seven okurlar böyle mağdur anlatıcılara sempati duymasın diye araya Yakupca konuşarak girer sanki. “Sevecen değil ivecen o,” der, “empati kurmayın.”
Görevine alışan ama aşamayan Yakup mektubun emrine geçer. İlk tökezlediği yerde korkup günah çıkarır. Buna da rapor der. Bu rapor dağınıklığını düzenleme çabasına dönüşür. Barış içinde yaşayan üç halkı vardır Yakup’un, elçi sıfatıyla ulaşacağı belirsiz bir ülkesi bir de. İşte buralarda anlatıcı Yakup’u küçümser, ondan çocukmuş gibi bahseder. Dağ halklarına yaklaşmak ister çocuk Yakup. Ama konuşulan dili anlamaz. Başka bir dil kurmaya çalışır ama beceremez. Ortak dil yoktur ama Yakup’un yanında duran diğer anlatıcı sayesinde anlarız ki dağın ya da halkın olduğu da muammadır. Çünkü en başından beri atmosfer sisli ve düşlü.
Atsız ve çıplak kalınca düşsel doz artar. Başta, yolculuğu kolay geçsin, bir ihtimal şövalye olsun diye sıvazlanan Yakup, atsız kalır. Yel değirmenlerine bakar, barbarları ararken aklı karışır. Bu karışma halini düzene sokmak isterken “kail” olur. Yani kendini görevine inandırmaya kalkışır. Mektubu yani efendilerinin söylediklerini ulaştıramaz yerine belki ama kendisi efendi olmaya karar verir. Yazar kayıplarda olduğundan bize kimse Yakup’un hakikatle karşılaştığını söylemeyecek. Yakup’un bu yüzden delirdiğini de. Her deli gibi sakınımsız konuşacak. Daha önce bir nebze de olsa aklın baskısı altındaydı, gerçeği tam algılayamıyordu ama şimdi biliyor, görevde değil sürgünde olduğunu. Aslında çağrılmadığını… kimsenin umurunda olmadığını. Dilin kendisi olur bu yüzden. Hatta dile övgüler dizer. Bizi güldürerek hakikati bozar. İradeyi eline alır. “…başlattım,” der, kendine bir yer arar. Sonra devletini inşa etmeye başladığını söyler. Her şey olana uygun: Vergili, meydanlı, heykelli, sancaklı ve erkeklikli. Sonra duvar, bir kapı, ardından kendi nesli olmak koşuluyla bir halk.
İşte tam burada dil yine yapacağını yapar. Olaylar mistisizme ve dine kayar. Çaresizliktir dili buralara vardıran. Sistem doğru kurulamadıkça, saf ırk elde edilemedikçe, hikâyeler mitleşir. Nuh’un Gemisi bile kurtaramaz Yakup’u. Sonunda kendisini görenlere, sırf görüp görevlendirdikleri için şükranını sunar. Eteklerinize dokundum ya, der… Ya, ya, ya dokunmasaydı. Hiç çağrılmasaydı.
Kısaca, dünya bir kelime oyunu. Tanrıların hikâyesini özetler bize tüm masallar. Bu yüzden yazar, Hüseyin Kıran, yalan söylemeden, alegorinin simgesel evrenine atıp bizi büyüsü bozuk, gerçeğe uzak bir yere bırakır. Üstelik iktidarı gülünç kılarak…
“…anlıyordum, okçuyu anlıyordum… Ağaç gövdesinden oyulmuş piposuna ot koydu mantar kıydı yaktı bakışım buğulandı kapandı, kapandım.” s. 96
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (28 Kasım 2016)