Söyleşi: Merve Koçak Kurt
“Ben Söylemem Sen Anla”, Ayşegül Kocabıçak’ın son öykü kitabı. Geçtiğimiz günlerde Notabene Yayınları tarafından okurların beğenisine sunulan kitapta yer yer renkli, yer yer ironik, yer yer de kederli öyküler var. Yazar, çevremizde olup bitenin farkına varmamızı ve vardığımızı da dile dökmemizi salık verir gibi.
Ayşegül Kocabıçak ile hayata bakışını ve öykü anlayışını konuştuk.
“Yaşından çok, yaşadıkların yaşlandırıyormuş demek.” diyorsunuz kahramanınızın ağzından. Yazı ile yazgı, hayal ile hayat arasındaki bir harflik ‘mesafe’ sizin için neler ifade ediyor?
“Belki” ve “belli” geldi hemen aklıma! Bir harfle kaderimiz değişse keşke. Keşke edebiyatın ve harflerin gücü bize getirdiklerine çaresizce katlandığımız acımasız yaşam oyununda da etkili olabilse.
Harflerle oynamayı, söylediklerimin altına söyleyemediklerimi gizlemeyi, ima etmeyi seviyorum. Cesurca yazıyorsun diyorlar ama ben korkak olduğumu düşünüyorum. Harf oyunlarının ardına saklanıyorum belki de.
Yazgılar yazdıklarımızla değişir mi bilmem ama hayallerimi hayatıma geçirebilmek için daha çok hayal kurup daha çok yazmalıyım diye düşünüyorum.
Tiflisli Michela’nın içimizi acıtan hikâyesi de var kitabınızda, Hayaller Paris Gerçekler Angara’daki gibi ‘bazı arkadaşlıklara aşk fazla gelir, dostluk ise az’ sözünü hatırlatan ironik yaşanmışlıklar da. Nasıl bu kadar çok renk topladınız öykülerinizdeki gökkuşağı için?
Siyahın içinde tüm renkleri barındırdığını düşünerek hayata bakınca en dipte bile bir renk bulabiliyor insan. Bir cenazede sahte suratlara sinirin bozulup gülebiliyorsun mesela ya da on günlük yaz tatilinde para kazanmak uğruna her türlü istismara katlanan bir animatörü uzaktan izleyip tatilini zehir ede ede ağlayıp üzülebiliyorsun ve bunları görüyor olmak, zor aslında. Hem renk hem rahatsız edici. Yaşamak ve katlanmak fazlasıyla trajik zaten. Düşünsenize bir yanda bombalar patlıyor, diğer yanda küçücük kızlara gelinlik giydiriyorlar ve biz bunları izleyerek normal hayatımıza devam edebiliyoruz. Yemek yiyoruz, uyuyoruz, kombinin ayarıyla oynayıp, elektrik faturası hesaplıyoruz. Her şey normalmiş de tek derdimiz sabah otobüsün on dakika erken gelmesiymiş gibi davranabiliyoruz. Allahtan yazıp dışarı atabiliyorum, yoksa dert inan, hepsi dert : )
Genci, yaşlısı, erkeği, kadınıyla mahallede/sokakta/apartmanda karşılaştığımız insanların sıradan hayatlarının sıra dışı anlatımına şahitlik ediyoruz öykülerinizi okurken. Özellikle kadın-erkek ve aile ilişkilerine yönelik ince eleştiriler de mevcut. “Yirmi yılı aşmış bir evlilik sadece ‘birlikte alınmış eşyalar’ demektir.” Gözlem gücünüzü öyküye aktarırken nelerden besleniyorsunuz en çok?
En yakınımdakinden başlayıp hiç tanımadığım insanlara varana dek izliyorum, evet! Çok meraklı ve çok uydurukçuyum (ne demekse : ) bu konuda. İnsanları hem çok karmaşık hem çok yavan buluyorum, kendimi de. Karmaşık, özel ve gizemli görünmeye çalışan basit varlıklarız belki de ve ben insanlarla sohbet etmeyi, dinlemeyi ve gizlice gözetlemeyi seviyorum, maalesef!
Parkta, iş yerinde, annemin günlerinde veya otobüste konuşan iki insan gördüğümde kulaklarıma engel olamıyorum ve kaçamak bakışlarıma. Sonra da gördüklerime hayallerimi katıp uyduruyorum, o kadar.
“Modern Zamanlarda Bir ‘Leyla &Mecnun’ Hikâyesi”nde “Gerçekten öğrenmek istediklerimizi sormayız hiç.” diyorsunuz. Yazarken neleri sorar, sorgularsınız mesela?
Olaylar karşısında insanların verdiği tepkilerin ardındaki gerçek duygularını anlamaya çalışırım. Gülümsüyorsa, gerçekten gülümsüyor mu? Mutlu oldu mu?
Ya da beni anlıyormuş gibi başını sallıyor mesela, gerçekten beni dinleyip anlıyor mu yoksa akşama ne pişireceğini düşünürken sadece kafasını mı sallıyor? Altta yatan gerçekler, -mış gibi yaparken kalbimizden geçenler, maskelerimizin ardındaki gerçek duygularımız. Bunları yakalamaya çalışmak ve yakaladığımı zannettiklerimi sorgulamak, gözlerin ardındaki dilin altındaki gerçekleri görmeye çalışıp sonra düşle gerçeği kafama göre karıştırıp öyküye dönüştürmek oyun gibi benim için.
Konuşkan bir anlatıcı var öykülerde. Sürekli konuşuyor, anlatıyor daha doğrusu. Günlük hayatta anlatamadıklarımızı mı yazıyoruz? İç seslerimiz bu kadar güçlü olmasaydı yine de yazar mıydık?
Yazmazdım. Ben yazamazdım, en azından. Anlatamadıkları olmayan, derdi olmayan, bir yönüyle dahi olsa öteki olmayan yazamaz. Düşünsene tüm hayatı istediği gibi (ya da öyle sanıyor, sorgulamıyor), kendiyle hesaplaşacak bir sorunu yok, geleceğe dair istekleri yok, çevresinde olup bitenler umurunda değil, bana dokunmayan bin yaşasın modunda. Yazar mı? Niye yazsın, neyi yazsın kime yazsın? Yazmadığım zaman da kendimle konuşmaya kahramanımla irtibatı koparmamaya devam ederim zaten.
Arı-duru bir dille yazma tercihinizi konuşalım biraz da… Anlatacaklarınızı sade’likle anlatıyorsunuz. Bu da içten’lik getiriyor beraberinde. Kalbe dokunan öykülerin sırrı nerede saklı size göre?
Bir olayı öyküye dönüştürecek kadar kafama takmışsam zaten beni çok etkilemiş bir kurgu-gerçek (bunu da sadece yazar biliyor ya çok keyifli) var demektir. Hani “bu akşam oturayım da yeni bir öykü yazayım” diye yazmıyorum. Yazıyorsam mutlaka beni tetikleyen bir duygu oluyor. Hani içimde tutsam içime dert olacak gibi bir duygu. Kalbimden yazdığım için kalbe dokunuyordur belki ve dokunabiliyorsa ne mutlu bana. Gülerek ya da ağlayarak ya da öfkeyle ama mutlaka bir duyguyla yazıyorum. Yazarken o duyguyu dibine kadar yaşıyorum, karakter kimse, neyse, hangi psikolojideyse ben o oluyorum, öyle hissediyorum ve bu okura geçsin istiyorum. Hissetmediğim öyküleri beğenmiyorum zaten, hemen geri dönüşüme yolluyorum. Yazdıklarıma karşı acımasızım bu anlamda.
Sadeliğe gelirsem, ben de yalın dille yazılmış fazlalık içermeyen gereksiz betimlemelerin olmadığı metinleri okumayı seviyorum. Yazdıklarımı kontrol ederken de fazla kelime, fazla duygu, gereksiz kelime kalabalığı olmamasına dikkat ediyorum.
Okurun zihninde ve kalbinde nasıl bir “yer” edinsin isterdiniz öyküleriniz?
İsterim ki öykülerim beni okuyanlara dost olsun, o an bulundukları ortamdan tamamen uzaklaşıp öykümde benim vermek istediğim duyguyu kalplerinde hissetsinler ve bir anlığına bile olsa dertlerinden yalnızlıklarından uzaklaşıp kahramanımla suç ortağı olsunlar.
Ve tabii ki en büyük ve belki hiç gerçek olmayacak hayalim de, unutulmayan öyküler yazabilmek. Ben artık bu dünyada olmadığımda birileri yazdıklarımı okuyup aslında ne hissederek ve ne düşünerek o öyküyü kurduğum üzerinde düşünüp merak etsinler ve Ayşegül Kocabıçak’ı anlamaya çalışıp hüzünle gülümsesinler.
Öykülerinizin muhatabı kim? Hitabınız kim(ler)edir yani?
Ezilen, direnen, yalnız olan, karşılıksız seven, şiddet gören, susan, susturulan, susmak zorunda kalan, hayal kuran, kavuşamayan, dini-dili-ırkı-dünya görüşü nedeniyle yaşadığı ortamda öteki olmak zorunda kalanlar, savaş mağdurları, “rahatı beylerde yok” olmayan herkes ve tabii ki kadınlar ve çocuklar ve kadınlar, yurdum kadınları ve onların suçsuz masum susan çocukları…
Bundan sonrası için yol nereye gidecek belli mi?
Okumaya ve yazmaya devam edeceğim tabii ki ama yazdıklarım ne olur, okuduklarım nerelerde saklanır, neleri besler bilmiyorum.
Sevgili Mahir Ünsal Eriş’in sonsuz sabrı ve desteğiyle tamamladığım bir dosyam var. Otuz beş tane öykü-günce tarzı yazıdan oluşan bir dosya ama henüz akıbeti kesin değil. Zaten bitti diyebilmek güzel olan ve Mahir Ünsal Eriş olmasa zor biterdi.
Ayrıca sevgili Sevinç Koçak sayesinde bir çocuk kitabı projesine dâhil oldum. Becerebilir miyim, ne çıkar bilmiyorum. Elimden geleni yapacağım ama onun ne yöne akacağı da henüz belli değil.
Kesin olan tek bildiğim, gücüm yettiği, elim gözüm tuttuğu sürece okuyup yazmaya devam edeceğim. Yayımlanır, kitaba dönüşür, öykü olur diye düşünmeden. Yoksa bu gri şehirde yaşamaya devam edip ve bunca olumsuzluğa dayanmak imkânsız.
edebiyathaber.net (30 Kasım 2016)